29 Mart 2012 Perşembe

Heyo Heyo!

Sevgili canlar,
Ben de kendimi bir klişeden ayrı tutmak istemedim ve bu yazımda 90'lara yönelmek istedim. Ne lanetli, ne saçma sapan, ne dangalak yıllardı allasen onlar! Neyse o kadar saçma şey var ki yazarak planımı yaptım, sırayla başlıyorum gönül dostları.

Oyunlar
Bilye: Kimin icadı bu ya? Camdan topları al yan yana diz falan. Bak bak kafaya bak sen! Yuva yapardık bir de biz bunlarla, Allah'ım nasıl bir eğlenceydi o. Fileler içinde satılanları vardı deli gibi toplardık falan. Kazanan bilyeleri alırdı. Mahallede en çok bilyesi olanın inanılmaz cakası vardı. Bir de diğer bir versiyonu "bilez".


Taso: Bunun bir üst versiyonu tasolardı. Pokemon çizgi filminin ülkede patlak vermesiyle beraber pokemonların tasoları çıktı. Gerçi bundan önce de Buggs Bunny gibi karakterlerin de vardı ama pokemon kadar olamadı asla. Bunda da amaç tasoları üst üste vurarak diğerini ters çevirmekti, yanlış hatırlamıyorsam. O tasolar folloş olur, eskir püskür yine de yerden yere vurulurdu. Benim favorim dönen tasolardı. Ortasındaki minik çıkıntının üstünde topaç gibi dönerdi bunlar. Ama asla anlamadığım olay dev tasolardı. Bir boka yaramaz oyun da oynanmaz ne halt yemeye çıktı anlamış değilim.


Futbolcu Kartı: Benim favori oyunum. Zamanında daha da taraftar galatasaraylıyım, tüm ilk onbiri toplamışım. Bir de GS defterim vardı, ilk sayfasında bu futbolcu kartlarından yapıştırmıştım. O senelerde tam futbol seneleri ama, Uefa'yı almışız falan. Ben sokaklarda ağlıyorum. Beynime osurayım, bacak kadar velet ne anlarsa spordan :) Neyse en sevdiğim oyun olmasına rağmen şu anda nasıl oynandığını bile hatırlamıyorum. Böyle de gerzeğim(!) Ama bunlar hakkında unutamadığım bir anım var. Mahallede bir çocukla oynuyoruz biz. Çocuğun tüm kartlarını aldım, mahallede ağlattım lan çocuğu. Ehehehe. Bu da böyle bir anımdır. Sustum.

                                       Hey yavrum Bülent!


Kız Kaçıran & Mantar Tabanca: Bunlar daha psikopat erkek çocuklarının oynadığı oyunlardı. Ama o dönem erkek kuzenlerle aramızda cinsiyet ayrımı hissetmediğimiz için biz de onlarla patlatırdık. Şimdi böyle çocuğum olsa ağzına terlikle vururum. Nerede lanet iş var orada. Fırat gibiyiz ulen. Neyse bununla beraber daha bir çok saçma oyuncağımız vardı bizim, ağızda patlayan şekerler, sulugöz, top atan tabanca vs.

                                     Mantar Tabanca

Tabii bu dönemde bizim böyle psikopat olmamızın tek sebebi, o dönemin bakkallarıydı. Dikkat edin, market değil, bakkal diyorum. Amcalar piyasadaki tüm manyak oyuncakları getirirdi. E biz de hayliyle alırdık. O dönemin kızları da yamukmuş demek ki. Benim gibi erkeklerle mahalle maçı herkes yapmaz ama hatırlıyorum bir çok kız da bu oyunları oynuyordu. (Evde barbie bebek oynayanları tenzih ederim.) Bununla beraber teknoloji manyaklığının da başladığı bir döneme tekabul eder bu doksanlar. O yüzden daha önce hiç bir çocuğun sahip olmadığı şeylere sahip olduk. Hazır mıyız?

Van tu tiri forrroooo!

Tetris: Merhaba siber dünya! Bizim için teknoloji ekrandaki siyah noktaları yönetebilmekti. Teknolojiye bu noktada başlayanların feysbuku şimdi davar gibi görmesini anlıyorum. Motor yanıyor tabii ki. Bütün oyunların babası bence tetristir. Birazdan bahsi geçecek oyuncaklar tetrisin çocuklarıdır. Bu böyle biline! Tamam sakinim. Ayrıca kalem pille çalışan tetrislerimizin nasıl uzun ömürlü olacağını ararken kimya ile de tanışmış olduk. Biten pillerimizin ömrünü onları hayvan gibi ısırarak uzattık. IQ seviyelerinin tavanda olduğu yıllardı. Hey gidi!

                                      Tipine yandığım!


Atari: Hatırlıyorum vakti zamanında atariler 1.000.000 idi. Tabi bizde para bok. Aldık hemen. Şaka lan! Şimdinin bir lirası işte, hey yavrum hey. Şimdiki bebeler kaç para döküyor PS için. Bizdeki zevke bak, ucuz ama kaç göz kör oldu gece gizli gizli ateri oynarken. Kasetleri vardı bunların onları takar oynardın. Kimi kasetlerde karışık bir sürü oyun olurdu, kimisi de tek oyun olurdu. O tek oyunlu kasetlerin de ayrı bir forsu vardı hani. Bu çok oyunlu kasetler de tırt aslında. Pezevenk 1000000 tane diye oyun koymuş, oyunlar kendini tekrar ediyor, bir sürü mario var ama ikinci oyun ikinci level'den başlıyor aslında falan. Bir çoğumuz ingilizcemizi atarilere borçluyuz. Zira bizim mahallede bilgisayarı olanlar hep zengin piçlerdi. E bizim mahallede zaten varoştu, bilgisayarla tanışmam baya geç anlayacağınız. Neyse bu atari kasetlerinin folloş olmuş hali de var tabii ki. Dış kap kendini bırakmış artık, sadece içteki yeşil disk kalmış. Benim bunu ilk gördüğümde beynim kendine reset atmıştı. İncecik birşey ama içinde adamlar var falan. Kapasitem kaldırmadı. Atari oyunlarını hatırlatmaya gerek yok sanırım, pac man, bomberman, super mario, kung fu ve tabii street fighter ile mortal combat. Bir diğer geçirdiğim şok da Popeye oyunuyla olmuştu bu arada, koskoca karadenizli Temel Reis'i Popeye yapmışlar. Ada bak, popo gibim.


                           Valla bizimki de buydu galiba.

Bak hele sen bizim çançinçona! 49,99TL mantığını önceden keşfetmiş, çakkal!


Sanal Bebek: Ta taaaam! Sanal bebek! Vay siber aleme girişimizde son nokta. Sanal bebek deyince hemen başka şey düşünmeyin arkadaşım. Bu bildiğin minik bir zamazingoydu. İçinde hayvanlar vardı seçebiliyordun. Dinazor, köpek, kedi falan. Sonra da yavaş yavaş büyütüyordun. Ama yavaş dediğime bakmayın iki günde büyüyorlardı zaten. Hatta dip dibe yaşadık biz onlarla. "Anneeaaaa, yemek vermem lazım, aaay sıçmış hemen temizle bokunu, hasta olmuş aşı yapayım" diye diye evde dolanırdık. Böyle çocuk evlerden uzak Allaahhhıııım! Ama babam veya annem (hatırlamıyorum be!) nereden bulduysa bana insanlı olanını almıştı, ya kız ya erkek oluyordu. Sen köpek bak benimki Dilara! Neyse bu da ahanda böyle birşeydi.

                                 Bakamamış o, ölmüş.

İşte canlar, bizim de çocukluğumuz böyle gerizekalı ama bağımlılık yapan çin malı oyuncaklarla geçti. Kendimizi koruyalım, asimile olmayalım dedikçe TV de ayrı bir darbe vurdu bize bu dönemde. Sanatçılarda hayır yok, şarkılar o biçim, çizgi filmler yetişkinler için mübarek. Daha da açımlayalım bakalım, neler neler.

Ama ondan önce programımıza burada ara veriyoruz. Diğer bölüm AZ SONRA ;)

                         Beynimizi yıkadınız lan bu görüntülerle!

Geri geldim dostlar. Gelelim Zamanın tv programlarına. Benim için o dönem iki tane kanal vardı; Star TV (Yaşasın Turgut Özal!) ve Cine5. Şimdi bu kanallara dönüp bakmayız ama o zaman da Star TV zamanın Kanal D'si Cine5 ise Digitürk'ü. Cine5 paralıydı zaten kimsenin evinde yoktu. Biz ablamla çocukluğumuzun bir dönemini lojmanda geçirdiğimiz için şans eseri bizim evde vardı. Dolayısıyla tüm maçlar izlenirdi evde. Bak özendim şimdi ha çocukluğuma. Tabii ki söylemeye bile gerek yok TRT1 diye bir olgu vardı. Birazdan bahsedeceğim programlar tam hangi kanallarda çıkardı bilemiyorum. Ben de insan evladıyım, fil boku yemedim. Ablam ve sevgili kuzenim Gamze ezbere biliyordur ya neyse...

Bizim bu dönemde yayınlanan çizgi filmlerde hayır yoktu efendim. Hatta şu anda bizim jenerasyonun böyle sapık, psikopat olmasındaki en büyük sebep lanet çizgi filmlerimizdi. Annem o zamanlar evde, biz beraber oturup izlerdik. Hangilerinden bahsettiğimi anlayınca "Haa doğru lan!" diyeceksiniz. Başlıyorum; Şeker Kız Candy (Hafif meşrep), Heidi (Alkolik dedeyle yaşayıp çobanla fingirdeşen ve kötürüm arkadaşı olan kız), Tsubasa (yamuk sahalarda maç yapıp o uzaylı gibi uzun kafasıyla kendini futbolcu sanan insan), Şirinler (Alttan alttan komünizmi verdiniz lan bize!).

Heidi: Bilindiği üzere bu hanım kızımız al al yanakları, çıplak ayakları ile alplerde çimlerde yuvarlanır dururdu. Amk Alpler sanki Hawai hiç soğuk değil, bu fukaranın hep kıçı başı açıktı. Dede alıyor votkayı viskiyi, soğuk işlemiyor herife tabi. Onu geçtim, bunların köpeği bile ayyaştı. Gerçi benim de böyle sahiplerim olsa ben de içerim, içmeyip de ne yapacaksın. Bir de dağda Peter diye bir çocuk var, keçi güdüyorum ayağına Heidi'ye veriyor ayarı. Oysa benim keçim Alplerin keçisinden daha anlamlı bakıyor! ERROR! Allah'ın fukarası Heidi gidip kendine zengin bir arkadaş buluyor ama o da kötürüm. Tabii Heidi de İsviçre Üniversitesi Fizik Tedavi bölümünden mezun. "Haydi Clara yapabilirsin Clara" diye diye zorla yürüttü kızı son bölümlerde. Böyle saçma sapan bir aile bunlar işte.

                              Ayaklar hep çıplak, kısır olacak.

Tsubasa: Vallahi açık söylüyorum ben bu arkadaşın amacını çözememiştim. Tamam maç maç da yani her maç bu kadar dramatize edilmez. Dünyanın parasını alıyorsun, birde kalkmış hayat memat meselesi yapıyorsun maçı. Oyna geç arkadaşım. Zaten benim favorim de o ikiz kardeşlerdi. Çifter çifter bombalıyordu golleri. Tsubasanın döneme etkisi, o tavuk götü saçları sayesinde bizim tüm futbolcular arkayı kaldırmışlardı. Neyse ki çançinçonlara bir dönem İlhan Mansız'ı gönderdik de anladılar futbolcu nasıl olurmuş.

                             Alişan'a benziyormuş lan bu!

Şirinler: Minik mavi yaratıklar ve sürekli onu yemeye çalışan Gargamel. Ben onun sadece kedisine hastaydım. Herkes bir dönem Şirine olmak istemiştir gerçi ama izlerken de hep; "Neden Gargamel bunları yemek istiyor? Şirinlerin tadı güzel olmaz ki!" diye düşünürdüm. Meğersem bir bokluk varmış. Herkes eşit, herkes mutlu. İstanbul Üniversitesinde okumuş bir insan olarak diyebilirim ki, politikanız işe yaramış hacı. Bizim çocuklarda da bir Şirinler olma havası gidiyordu. Kapatalizmi yap Gargamel. Diğerleri de başka başka karakterler ama mutlu yaşıyorlar. Valla affedersiniz ama biri bana şaka ayağına paso bomba verse dark side'a geçerim ben. Zaten adamın niyeti bozuk, sondaki verdiği mesaja bak: "İyi bir çocuk olursan sen de bir gün şirinleri görebilirsin." Verdiği alt mesaj ise: "Git en yakındaki TKP'ye yazıl, bir kaç darbe alırsan kafana sen de Fidel Castro'yu görebilirsin." Pezevenk!

                      Bildiğin Marx adam, bir de kızıl giymiş. Tey tey!

Şeker Kız Candy: Assolistler sona çıkar mantığı ile Candy'i sona sakladım. Ah ne ağladık annemle bu çizgi filmde. Ah ne üzüldüm Anthony ölünce. Benim tüm kişiliğimi oluşturan bu çizgi film olmuştur. İngiliz asilzadelerine merakım bu Archie, Antoniiieeeeee yüzünden oldu hep. Candy bile Lady Okuluna gidiyordu. Biz ise Yayla İlköğretim Okuluna. Peh! Kızı itip kakıyorlar ama lüksten de geri kalmıyordu. Jet sosyetenin tüm yakışıklıları ona aşıktı. Ne güzellikmiş be. Çitlenbik gibi tip ama o havari davranışlar. Erkek gibi gülüp eğlenmeler. Karizmaya gel. Sonra tarot falan diye fal merakım da hep Candy yüzünden. O bir cadı fal bakmıştı bizim kıza. Antoniiieeeeee'nin ölceğini bilmişti. Vay babam dedim ve o gün mistik dünyaya dalış yaptım. Candy kızımızın başına gelmeyen kalmamıştı zaten, sevgilisi ölür. Yetim öksüz bir insan evladı zaten. Lady Okulunda da gidip okulun en manyak öğrencisine aşık oldu zaten. TERRY! İşte biz doksanlarda çocuk olan tüm kızların nerede allahın psikopatı var, gidip ona aşık oluruz. Bunun tek sebebi Candy ve Terry'dir. O günden beri sandık ki nerede cool herif, uzaklara dalar, içki içer. Sigara içip saçlarını uzatır. Heh dedik bizim Terry'miz de bu. Nah o! Bizim ülkede bir kısmı yayınlandı bu çizgi filmin, ben daha sonra psikopat olduğum için sonuna kadar izledim netten. Meğersem Candy hemşire oluyormuş, bir kısmı savaşta ölüyor erkeklerin, Terry ile Candy'nin sonu da pek hayırlı değildi. Neyse belki izleyecek benim gibi manyaklar vardır anlatmayayım. Kendi psikoanalizimi yaptım yapmasına da bu içindeki Terry aşkımı söndürdü mü. Asla! Watashiwa Candy!

                                  Hey seni yerler, yerler!


Susam Sokağı: Çizgi film değil elbet ama kim unutabilir susam sokağını. Ne kaliteli şeyler vardı bizim zamanımızda hakikaten. Şimdikiler hep osuruk, Caoui'muş yok Ben10'miş. Bokum gibi. Susam sokağını anlatmaya bile gerek yok sanırım. Bu yeterli olacaktır.

                                   Ağlayacağım valla.


Son olarak da televizyon programlarına değinmek istiyorum canlar. Anlat anlat bitmez senelermiş doksanlar. Yoksa yazı hayvan gibi oldu ve buna rağmen eksik şeyler olacak farkındayım. Neyse okuyun lan işiniz ne! Televole gibi iğrençliklere değinmek istemiyorum. Benim bahsetmek istediğim iki dizi var, birine de değineceğim.

Çılgın Bediş: "Oktaaaay!" dediğinizi duyar gibiyim. Ama ben oldum olası o yağlı kafalı heriften hazzetmedim. Terry nerede Oktay nerede allasen! Bediş kızımız yani Yonca Evcimik, bu Oktay denen playboya aşıktı. Ama gel gör ki Oktay'ın "under my dick november general". Doksanlar esprisi sen anlamazsın. Bunlar işte bir grup liseli, ama her zamanki gibi böyle liseli olmaz da onu da yedik. Tamam dedik, yuttuk her zamanki gibi. Birde Bediş'in manyak bir dedesi vardı. Her bölüm iki kutu viagra içmiş gibi dolaşırdı. Son olarak da Bediş'in bitmek bilmeyen salak hayalleri. Oktay'la kah oradalar kah burada falan. Birde Bediş hareketi var tabii. Bu hanım kızımız sevinince parmak havada el bir aşağı bir yukarı "Heyo heyo" diye bağırırdı. Öküz.

                                     Hey yavrum liseli!


Bizim Ev: Bir küçük kız, büyük bir abla, bir baba ve DAYI! Sanırım anlatmak için yeterli olmuştur. O dayı neydi öyle ya?! Bir kendi dayıma bakıyorum pehlivan gibi bir insan, bir de o dayıya bakıyorum mümkünatı yok yani. Adam iyilik meleği zaten. Tip desen tip, durum toparlama desen durum toparlama. Bir çoğumuz dayı sayesinde izledik bu dizi zaten. Sadece senelerce bu diziyi bir tane küçük kız var diye izledik. Meğersem onun ikizi de varmış aşağıda görünen veletin yani. Bir bu bir de ikizi oynuyormuş bölümleri. Şok! Neyse, anlatmıyorum vazgeçtim alın doya doya bakın dayıya.

        Söylememe gerek yok sanırım, şu anda sağa bakıyorsunuz. Baba da David Coperfield gibi.


7th Heaven: Bu tam doksanlar olmayabilir ama yine Türkiye'de sadece ablamla ikimizin izlediğini varsaydım bir dizidir. Rahip bir adam, yedi tane çocuğu var. Olay onların etrafında geçiyor. Böyle deyince garip oldu biliyorum ama kimi mezheplerde rahipler evlenip çocuk sahibi olabiliyormuş.

                              Rahip değil, sanki taramalı tüfek.


Şarkılardan da uzun uzun bahsetmek isterdim ama sanırım üstüne çok muhabbet yapıldı ve hepiniz hatırlıyorsunuzdur. Bir kaç örnek vermek gerekirse, Yonca Evcimik-Bandıra Bandıra, Mustafa Sandal-Onun Arabası var, Serdar Ortaç-Kara Biberim, Çleik-Hercai. Ama tabii ki de kapanışımı muhteşem yapıp size bu şarkıyla veda ediyorum. Öpüldünüz!

                                Amaç amaçsızlıktı o yıllarda.

5 Mart 2012 Pazartesi

Olur Öyle!


Hayatım boyunca asla öğretmen olmak istemedim. Her zaman için sıkıcı bir iş olarak görmüşümdür. Kimse alınmasın ama sonuçta bu tercih meselesi. Benim de tercihim bu olmadı hiç bir zaman. Fakat kader ağlarını ördü. Dil bilmek potansiyel öğretmen olmak demekmiş, anladım. Kuzenlere ders vermekle başlayan bu serüven, ev sahibinin kızına ders verme, arkadaşın tanıdığına ders verme olarak karmaşık bir hikayeye dönüştü. İnsanlardaki ilk tepkiler "aa senin ingilizcen/ispanyolcan varsa bana ders versene!". Zamanında pedagojik formasyon almayarak meğersem ciddi bir zaman kazanmışım. Özel ders için kimsenin formasyon baktığı yok. Hoş zaten özel ders dışında öğretmenlik yapacağım da yok.
Öğretmenlikten kaçmamın başlıca sebebi çocuklardı. Hayatta veletlerle uğraşamam diyerek o kıyıya hiç yaklaşmadım. Bu yüzden öğrenci profilim olarak pembe kalemleri ile 30 yaş üstü kadınlar, heyecanlı ve bir o kadar da yaşlı öğrencilerim ile zevk alıyorum almasına da bazen kendimi hayır kurumu gibi de hissediyorum. Var olan düzende herkes dil bilmek zorunda evet haklısınız. Hele ki ikinci dil olsa kaymaklı ekmek kadayıfı olur. (Olsa da yesek!)



Ama arkadaşım ben de her önüme gelene kelime öğretmek, gramer tüyosu vermek zorunda değilim ki. O kadar bildiğim de söylenemez. Mesela bir gün kursta "Elma ne demek ispanyolca?" diye bir soru geldi, ben de öğrenciye baktım. O bana baktı ve ben de "Ben filoloji mezunu olduğum için ağır şeyler gördüm, basit şeyleri unuttum artık" diye sıçtığım boka tüy diktim. Ama yedi mi? Yedi :) Amerikan Kültür Derneğinde geçen bu olay en basitinden acizliğimi gösterir. Ben de ispanyol evladı değilim değil mi ama? Ama yetişkin gruplara ders vermek her zaman çok zevkli. Adam durdan çüşten anlıyor en basitinden. İki muhabbet oluyor sen de birşeyler öğreniyorsun. Tek zorluk anlama kıtlıkları sanırım. Yaş 40 olunca kafa algılamıyor tabii, kıyamam onlar da ne yapsın?


                     Manzana (Kelime de meymenetsiz bir şey!)


Sonuç olarak bu böyle bir başladı, tam başladı. Tipimde bir öğretmen hanım tipi var herhalde, gören dil öğret diyor. "Tamam ver parasını öğreteyim" derecesinde profesyonel bir öğretmen oldum artık. Bazı garibanlara da bedavadan kelime öğretiyorum artık. Misal şu anda çalıştığım ispanyol bir yazılım firmasında bir müdür beyefendiye ispanyolca öğretmeye başlıyorum (paralı tabii). Canıma com com. Plaza insanını size anlatmıştım, nereye para akıtsam derdinde bir familyadanlar zaten. Ben de kendi tezgahımı kurdum. İspanyol şirkette ispanyolca bilmemek olur mu hacı?! (Cümledeki espriyi bulunuz.) Ama şirketin şoförüne beleşten iki üç kelime öğretiyorum.
Buraya kadar sorun yok da yüzsüz öğrenciler sinirimi hoplatıyor. Ben 8 senemi ingilizceye 4 senemi de ispanyolcaya adamış bir insanım. Bana bu noktada saygı duyman lazım tabii ki. Ama duymazsan ve "Ben iki ayda herşeyi öğrenmek istiyorum" dersen ağzını burnunu kırarım. Ulen ben boşuna mı okudum bu kadar sene? Demek ki 2 ayda olacak iş değil, değil mi beybi? Bu tavırla gelen insana da eksik bilgi öğretiyorum aşçı misali. Bana ne, öğrenmesin pezevenk!
Sonuç olarak, oley işe başladım mezun oldum, part time işlere son diye sevinirken burada da buldu beni ders olayı.
Neyse diyeceğim o ki, ne diyordum lan ben? Heh, iyi hoş iş ilim irfan öğretmek tabii ki ama benim için Murphy kuralları işliyor bu konuda sanırım. Ben şimdi öğretmenlere laf ediyorum diye siz de bana laf edemezseniz. Sizin meslek kutsal da bizimki değil mi yani!? Hadi bakayım, vamos brother!