Sene 2007... Bendeniz üniversite sınavına hazırlanıyorum ve sebebini bilmeden İstanbul'a gideceğim diye yırtınıyorum. Sorsan bi kere boğazından geçmişim, o da hayal meyal aklımda. Meğersem İstanbulmuş bizi seçen, kendine çeken, çağıran. Neyse ardından sonuçlar açıklanıyor ve ben İstanbul'dayım resmen. Yurt ayarla, okul kayıt işlemleri derken bir anda kendimi Çemberlitaş'ın ortasında koca valizim ile yurdu ararken buluyorum. Benim İstanbul hikayem başlıyor böylelikle.
İlk İstanbul'a geldiğimde köy kafası ile düşünmüştüm: "Lan bu insanlar neden üstüme üstüme geliyor, nereye sığıyor bunlar, herhalde depolarda yaşıyorlar, saat yedide salıyorlar bunları sokaklara." Mantaliteye gel! Bir ay sonra baktım ki ben de koşuyorum o insanlar ile. Kulağımda illa ki bir müzik, kafam önümde bazen elimde bir kitap, bir dergi ile "okula yetiş, vapur kaçtı, tiyatro ne zaman başlıyordu?" soruları kafamda oradan oraya savruluyorum. İstanbul gerçekten bir kadın. Bazen size trip atan bir genç kız, bazen cilve yapan bir yosma, bazen de aşkınızdan ölen bir deli divane aşık. Bazen önünüze öyle kapılar açıyor ki "İşte İstanbul da beni seviyor!" diyorsunuz, bazen de suratınıza öyle bir tokat çakıyor ki "Ulan orospu nereden sevdim seni?" diyorsunuz. Ama ona alışmak mı, en beteri işte o. Gittiğiniz her yerde onu arıyorsunuz. Tıklım tıkış pasajları, tüm sokakta aynı anda kalkan kadehler, hep bir ağızdan söylenen sözler, aynı boğaza küfredilen köşesi, ter kokan sizi ölüme sürükleyen toplu taşıtları, gözyaşlarınızı akıttığınız Haliç'i.. Onu severseniz ve karşılık beklemezseniz güzel İstanbul. Yılmadan sevmenizi istiyor sizden. Her çeşit insanını kucaklarsanız, o da size en gizli semtlerinin en güzel köşelerini açıyor ve davet ediyor ölümsüz aşkına.
İstediğiniz kadar metropol gezin, dünyayı dolaşın. Ama İstanbul'un ruhunu bulamıyorsunuz. Kaldı ki yetmiyor zaten. Arabeskle yoğurulmuş bir medeniyeti hiç bir yer size sunmuyor. Ve biz acının sürekli öğretildiği bu ülkede yetişmiş, " ay ben bienal bienal gezdim, 3500 kitap okudum" diyen o entellerin bile babası Orhan Gencebay dinlerken ve Emrah filmlerini çizgi film yerine izleyen bizler içimizdeki oryantal ruhu İstanbul sayesinde açığa çıkarıyoruz ve ondan kopmak istemiyoruz. Çünkü biliyoruz ki baktığımız panaroma o şehre ait değil, bizim hayat hikayemiz ve elimizdeki Björk biletleri ile Pierre Loti'de çay simit yapmak istiyoruz. Rock Barlarda sarhoş olup ezan sesleri ile ayılıyoruz. Estetiğin hiç var olmadığı İstanbul'da kaostan güzellik çıkartmayı deniyoruz ve başarılı oluyoruz da.
İstanbul aslında kahpe bir kadın değil. O bir anne, onu anlıyoruz. Ülkesinde var olan her kültüre kucak açan, yargılamadan içinde var edebilen, gelenleri değiştirmek yerine kendi değişen ama kardeşler arasındaki kavgaya bir türlü engel olamayan bir anne İstanbul. Onun belki de tek suçu hepimizi kabul edip sevmesi. Gecekondulara kızsak da, "satanist gibi tiplere gel, lan bu totoş nereden çıktı" desek de biz de seviyoruz birbirimizi. Küçük şehrimizde oturup da göremeyeceğimiz dünyaları görüp onları kardeş gibi bağrımıza basmayı öğreniyoruz sayesinde.
Sen şimdi hiç gelmediysen, tatmadıysan İstanbul'u "niye övüyorsunuz paso burayı?" diyorsun. Anlamaya çalışıyorsun bu iğrenç yeri neden sevdiğimizi. Aşk anlatılmaz ki be arkadaşım. Gel yaşa gör, ancak o zaman anlarsın neden bağımlıyız İstanbul'a ve neden her zımbırtıda adı geçiyor anlayacaksın o zaman. Sadece yapabiliyorsan bir kerecik gir kapısından ve sadece Fatih Sultan Mehmet'e değil onu var eden gelmiş geçmiş tüm medeniyetlere şükret!
Son olarak da İstanbul'a adım atar atmaz .mına koymaya meraklı olan abiler bile aslında kim kime koydu anlıyor ve giderken ona türküler düzüyor, biliyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder