Sonu olmayan bir boşluk,içine rasgele veya bilinçli yerleştirilmiş
değişik özelliklere sahip taştan toplar,topların üzerinde belli
koşullara bağlı olarak belli süre yaşayan varlıklar,varlıkların içinde
sağlanan koşullara bağlı olarak var olan daha küçük varlıklar,ve bu
büyük sistemin içinde kendine bir sebep arayan koşullardan fazlasını
isteyen varlıklar.. İnsan denilen varlığın aslında bir sistemdeki olması
gereken ögeler olduğunu bir an için düşünmeyelim. Belli bir bilince
ulaşıp kendimize belli etik,sosyal,dini,hayali kurallar koyuyoruz. Ruh
denilen içgüdü veya ideanın da ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyoruz.
Belli bir zamanda olmasını bekliyoruz. İçinde bulunduğumuz büyük sistemi
düşünürsek aslında zaman kavramı yok. Sebebi açıklanamayan bir şekilde
oluşan bu sistemde gezegenler, güneş sistemi, yıldız takımları,
dünyadaki ekolojik sistem, böcekler,veya herhangi bir doğa olayı fiziki
düzende işlemeye devam ediyor.
En azından bizim bildiğimiz
kadarıyla güneş sistemindeki bilince sahip olan tek varlıklar biziz.
Bilinç sayesinde bir takım korkular istekler ediniyoruz kendimize. Ama
doğadaki hiç bir canlının böyle bir isteği yok. Çünkü bitki suyu veya
güneşi bulamayacağı için korkmuyor,korkularının olmadığı bu varlıklar
dış etken olmadığı doğada sistemin kuralları içinde varlıklarını
sürdürüyor. Biz ise evrene güvenmiyoruz,yarattığımız sistemler içinde
ihtiyacımız olanları kısıtlıyor veya dengeyi bozarak bazılarının ihtiyaç
fazlası kazanmasını bazılarının ihtiyaçlarının altında bir hayat
sürmesine sebep oluyoruz. Bunu erken yaşlarda öğrenen bizler
korkularımızı,isteklerimizi buna göre inşa ediyoruz. Evrene karşı
geldiğimizi bilerek onun isteklerimizi karşılayamayacağını düşünüyoruz.
Hiç bir varlık kendi kurduğu sistemin içinde bizim kadar boğulmuyor.
Bizim de bu sistemden alacağımız bir kaç yemek,biraz su ve bir
barınaktan başkası değil ama asıl patron olan evrene karşı gelerek ona
hakim olmak istiyoruz. Bunun sonucu olarak kurduğumuz her sistem belli
bir zamanda yıkılıyor. Evren kızgınlığını ihtiyaçlarımızı vermeyerek ya
da sırrını anlamamamızı sağlayarak gösteriyor. Sistemlerimizin içinde
boğulurken yaptıklarımızı unutarak evrene isyan ediyor ve varlığımıza
yeterli bir sebep arıyoruz. Aslında bu sistemde bir şekilde varlığını
devam ettiren biyolojik canlılarız,ve bu evrenin ne kadar para
kazandığımız,hangi dine mensup olduğumuz,veya hangi siyasi sisteme
güvendiğimiz umrunda değil. Doğrusu umursayacak bir bilince de sahip
değil. Bir ceylan veya bir sivrisinek bu dünyadan ne alıyorsa bizim de
ondan fazlasını alma gibi bir şansımız yok. Zaten bunu anlamaktan korkan
biz insanlar kendimize manevi sebepler sunuyoruz ve bunu öyle bir
sistemin içine yerleştiriyoruz ki herkesin inanmasını sağlıyoruz.
Kurduğumuz sistemin dışına çıkanları ya bir şekilde toplumdan dışlıyor
ya da ona yeni korkular hediye ediyoruz. Sadece fiziki kurallara bağlı
olan evrene anlam yükleyerek ne kadar önemli olduğumuzu hissetmek
istiyoruz. Kendimizi bir yalanın içinde mutlu etmeye çalışıyoruz.
Toplumun
üzerimize kurduğu baskıyla edindiğimiz tabularımızı yıkıp kabuğunuzdan
çıkarsanız ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Belli kurallar
dahilinde işleyen evrenin sisteminde aslında bir böcekle eşit
seviyedeyiz. Düşünme yetisine sahip olmamız bu gerçeği değiştirmez.
Evren bildiğiniz bütün sistemlerden daha güçlü ve ondan ne istersek
alacağımızı korkularınızı içinizden atarak düşünün. Herşeyden önce
evrene güvenin ve doğanın onun sistemine karışmadan yanınızda olduğunu
hissedin. Milyonlarca yıllık evrende geçireceğiniz 70 yılın hiç bir
önemi yok. Siz de sadece altı milyar insandan birisiniz. Onlardan daha
özel olduğunuzu hisettiğinizi biliyorum. Bu sizi mutlu ediyorsa inanmaya
devam edin. Ama evrende asıl önemli olan temel ihtiyaçlarınızı eksiksik
karşılamanız ve zamanınızı doldurup yerinizi başkasına bırakmanız. Bu
yüzden kurduğunuz sistemdeki inançların,isteklerin bir önemi olmadığını
farkederek hayattan yeterince zevk almaya ve mutlu olmak için evreni
mutlu etmeye çalışın.Unutmayın ki evrene ne verirseniz karşılığında onu
alırsınız; seçim size kalmış,isterseniz korku,isterseniz aşk,isterseniz
nefret verin. Bilinci olmayan evren karşılığınızı doğru zamanda size
sunacaktır. Kurduğunuz sisteme geri dönün veya yeni bir bakış açısına
sahip olun. Ama gerçek hiç bir zaman değişmeyecektir.
Ben Tekim
29 Mayıs 2009
19 Aralık 2011 Pazartesi
Yeni Tür: Plaza İnsanı
Sevgili canlar,
Yeni işime başladım. Tabisi sizi de unutmadım. Sizin için yepisyeni gözlemler yaptım ve yeni bir tür keşfettim. Plaza insanları! Onlar aramızda, onlar İstanbul'da her yerde. Hepsinden öte onlar benim iş arkadaşlarım. Yeni mezun bir insan evladı olarak gördüğüm en lüks mekan benim için Starbucks. Onu da ayda bir kendime bir chai tea latte hediye ettiğimde görürüm. Geçen hafta ofisin açılmasıyla kadro tanışmış oldu. Hepsi çok iyi insanlar, amma ve lakin hepsi de kallavi insanlar. Bu tip insanı kadın erkek olarak ayırmaya çok gerek yok aslında. Genel olarak ortak özellikleri göstermekteler.
Öncelikle yeni mezun ben sazer olarak ofisin maskotu olmak üzereyim. Her cümleye "biz de senin yaşındayken......." diye başlamaları beni ifrit etse de en azından iyi niyetliler. Çünkü rekabetin dibine vurulmuş plaza semalarında en zararsız eleman benim. Alt tarafı asistanım. Gerçi görevim de tartışılır. Normal ofiste sekreter olacakken plazada asistan oluveriyorsun. Ey lobisini yediğim 30 katlı binalaaaar!
Ortak payda olarak hepsi kesinlikle spor salonuna gidiyor. Ne kadar kalori yaktıklarını, ne kadar protein alacaklarını hesap edip duruyorlar. Gel gör ki alacakları primi bu kadar hesaplamazlar. Anasının karnından plazaya pörtlemiş gibi alışkınlar spor salonlarına. Havuz ve koşu bandı muhabbetleri havada uçuşuyor. Öğle yemeklerine gelince lanet olası Astoria'da tek benim kalemim Burger King. Diğerleri yok italyan sofrası, yok kayseri mantısı. Nerede sosyetik zamazingo var öyle şeyler. Bir çorbacı var, çorba 8 lira. Aboooov! Taksimdeki laleli işkembecisinin gözünü seveyim. Neyse plaza insanı dediğin protein günü değilse 10 liraya salata yiyen bir insan zaten.
Her yemekten sonra istikrarlı olarak bir mağazaya da gidip bakıyorlar. Bugünkü parfümcü deneyimimizden sonra artık diyecek laf bulamadım ki sizle paylaşmayı görev bilirim. Hermes, Chanel, Amor Amor parfümlerini kokladııık kokladık. Dedim ne menem şeydir bu, fiyatları nedir dedim. Demez olaydım. 100 cc'si 250 lira. Neeöööyyy? Dayanamadım sordum co-worker'larıma; "Cidden bu kadar para vermiyorsunuz dimi?" Onlar da bütün samimiyetleriyle " Ema değeeeer!" dediler. Sustum ve bulduğum Chanel Tender parfümünün numunesini boca ettim koluma. "Sık kızım sık, görüp göreceğin bu" dedim kendime.
Onlar için herşeyin bir ingilizcesi var. Mesela cumartesi öğlene kadar hayvanlar gibi uyuyup öğleden sonra kahvaltı edip akşam öğle yemeği yemek gece de akşam yemeği yemek diye bir düzen vardır öğrenciler arasında. Biz buna evde yayılmak deriz onlar "yarın bize brucha gelsene" derler.
Kendi orjinal şahsiyetim ile artık atarlanarak normal insan olmalarını teşvik ediyorum. "Ben rock bar bilirim, hamburger yerim, kalkıp burada yemek yiyip bu kadar para veremem, sporu canım isterse yaparım ama mütemadiyen hayvanlar gibi cips çerez yer, evde film indirir izlerim" dedim. Bana bunlarla gelmesinler.
Yani velhasıl paranın değiştirdiği en önemli şey alışkanlıklarmış. Ondan ötesi geçmişini unutmakmış. Bu plaza insanları her çeşit üniversite ve şehirden çıkma olsalar da öğrencilikte nasıl bir hayvan olduklarını unutup kont/kontes oluverirler. Ama ben onlara da söylediğim gibi burada da söylüyorum. Ben zodyağın pijama burcuna yani yay burcuna mensup olan bir insanım. Yani onlar "plaza insanı" ise ben de "kot converse insanıyım". Plazayı parmağımlan ezerim. Bu böyle biline!
Yeni işime başladım. Tabisi sizi de unutmadım. Sizin için yepisyeni gözlemler yaptım ve yeni bir tür keşfettim. Plaza insanları! Onlar aramızda, onlar İstanbul'da her yerde. Hepsinden öte onlar benim iş arkadaşlarım. Yeni mezun bir insan evladı olarak gördüğüm en lüks mekan benim için Starbucks. Onu da ayda bir kendime bir chai tea latte hediye ettiğimde görürüm. Geçen hafta ofisin açılmasıyla kadro tanışmış oldu. Hepsi çok iyi insanlar, amma ve lakin hepsi de kallavi insanlar. Bu tip insanı kadın erkek olarak ayırmaya çok gerek yok aslında. Genel olarak ortak özellikleri göstermekteler.
Öncelikle yeni mezun ben sazer olarak ofisin maskotu olmak üzereyim. Her cümleye "biz de senin yaşındayken......." diye başlamaları beni ifrit etse de en azından iyi niyetliler. Çünkü rekabetin dibine vurulmuş plaza semalarında en zararsız eleman benim. Alt tarafı asistanım. Gerçi görevim de tartışılır. Normal ofiste sekreter olacakken plazada asistan oluveriyorsun. Ey lobisini yediğim 30 katlı binalaaaar!
Ortak payda olarak hepsi kesinlikle spor salonuna gidiyor. Ne kadar kalori yaktıklarını, ne kadar protein alacaklarını hesap edip duruyorlar. Gel gör ki alacakları primi bu kadar hesaplamazlar. Anasının karnından plazaya pörtlemiş gibi alışkınlar spor salonlarına. Havuz ve koşu bandı muhabbetleri havada uçuşuyor. Öğle yemeklerine gelince lanet olası Astoria'da tek benim kalemim Burger King. Diğerleri yok italyan sofrası, yok kayseri mantısı. Nerede sosyetik zamazingo var öyle şeyler. Bir çorbacı var, çorba 8 lira. Aboooov! Taksimdeki laleli işkembecisinin gözünü seveyim. Neyse plaza insanı dediğin protein günü değilse 10 liraya salata yiyen bir insan zaten.
Her yemekten sonra istikrarlı olarak bir mağazaya da gidip bakıyorlar. Bugünkü parfümcü deneyimimizden sonra artık diyecek laf bulamadım ki sizle paylaşmayı görev bilirim. Hermes, Chanel, Amor Amor parfümlerini kokladııık kokladık. Dedim ne menem şeydir bu, fiyatları nedir dedim. Demez olaydım. 100 cc'si 250 lira. Neeöööyyy? Dayanamadım sordum co-worker'larıma; "Cidden bu kadar para vermiyorsunuz dimi?" Onlar da bütün samimiyetleriyle " Ema değeeeer!" dediler. Sustum ve bulduğum Chanel Tender parfümünün numunesini boca ettim koluma. "Sık kızım sık, görüp göreceğin bu" dedim kendime.
Onlar için herşeyin bir ingilizcesi var. Mesela cumartesi öğlene kadar hayvanlar gibi uyuyup öğleden sonra kahvaltı edip akşam öğle yemeği yemek gece de akşam yemeği yemek diye bir düzen vardır öğrenciler arasında. Biz buna evde yayılmak deriz onlar "yarın bize brucha gelsene" derler.
Kendi orjinal şahsiyetim ile artık atarlanarak normal insan olmalarını teşvik ediyorum. "Ben rock bar bilirim, hamburger yerim, kalkıp burada yemek yiyip bu kadar para veremem, sporu canım isterse yaparım ama mütemadiyen hayvanlar gibi cips çerez yer, evde film indirir izlerim" dedim. Bana bunlarla gelmesinler.
Yani velhasıl paranın değiştirdiği en önemli şey alışkanlıklarmış. Ondan ötesi geçmişini unutmakmış. Bu plaza insanları her çeşit üniversite ve şehirden çıkma olsalar da öğrencilikte nasıl bir hayvan olduklarını unutup kont/kontes oluverirler. Ama ben onlara da söylediğim gibi burada da söylüyorum. Ben zodyağın pijama burcuna yani yay burcuna mensup olan bir insanım. Yani onlar "plaza insanı" ise ben de "kot converse insanıyım". Plazayı parmağımlan ezerim. Bu böyle biline!
3 Aralık 2011 Cumartesi
Çılgın Emlakçılar ve Sanrıları
Merhaba sayın seyirciler. Siz beni özlediniz mi bilmiyorum ama ben yazı yazmayı deli gibi özledim uleyn! Bu yazımda neden sizlerden ayrı kaldığımı anlatmak istedim. Çünkü bu dönemde bazılarımızın hayatta maruz kaldığı emlakçı familyasıyla içli dışlı oldum ve analizin dibine vurdum a dostlar.
Uzun zamandır beklediğim iş sonunda oldu. Bunun üzerine anadolunun bağrından kopup İstanbul'uma kavuşmak üzere yollara döküldüm. Amma ve lakin bu tozlu topraklı yeri geldi mi tezek kokulu yollardan yürümek kolay değildi. Ev aramak en önemli sorun olduğu için önce oradan başladık sevdiceğim ile. Kasım ayında ev arayacaklar varsa vazgeçin. Kışın evlenmeyi düşününler varsa laf bile söylemiyorum zaten. Yaz ayları göç mevsimi olduğundan mütevellit kışa hiç mi hiç ev kalmıyor. Kalan evler ise ev değil. Bu zor şartlar altında sokaklara döküldük. Önce internetten ev aramaya başladık. Emindik ki kolayca ev bulacağız. Fındıklı Mahallesi ile bu ilk devrede tanıştık.Böylece ilk kategorideki emlakçımızı tanımış olduk;
Varoş Emlakçı: Gecekonduların arasına kondurulan süper binaları ucuz kiraları ile nette görünce bir an şok olabilirsiniz. Belki İstanbul'da da böyle yerler vardır diyebilirsiniz. Ama populasyonun apaçi kaynadığı ve gecekondu sayısının yeni binalardan kat kat fazla olduğunu görmek sizi sert zemine yapıştırır. Biz de aynen bu umutla gidip Fındıklının asfaltına yapışıp beynimizi orada bıraktık. Emlakçı ise mahallesini seviyor garibim. Buradan karşıya geçersin çok kolay mahalle çok güzel diye zırvaladı da zırvaladı. Ama şu gerçeğin farkında değil; o leş gibi sigara ve kusmuk kokan arabasında hangi cehenneme gittiğini her müşterisi merak eder. Ben şahsen sorunun cevabını bile öğrenmek istemedim. Mahalleyi gördükten sonra eve baktığımız bile söylenemez.
Hayalperest Emlakçı: Daha sonra eski emlakçımı arayarak ondan yardım istedim. (Gerçi kendisinin daha sonra emlakçı dükkanını kapatıp kuaför olduğunu öğrendim?!) Bana beş dakika sonra geri dönerek 500 liraya Mecidiyeköy'ün göbeğinde ev bulduğunu söyledi. Bu kadar da şanslı olmadığımı bilmeme rağmen hırs gözümü bürümüştü ve koşarak gittik. Ama evi tarif etmeye dilim bile varmıyor. Kurbanlık hayvanları bağlasan durmaz yeminlen. Ne salon var, ne mutfak ne banyo. Balkonun bir kısmını kapatıp sadece lavabo koymuşlar, o da derviş osuruğu yemiş gibi besmeleyle duruyor ve buna mutfak diyorlar. Banyo tuvalet cafelerdekinden berbat. Akıl almayan şey emlakçıların bu evlere rağmen "bir badana olur, bilmem neresi olur hemen oturursunuz, böyle ev bulamazsınız." demeleri. Evet öyle berbat evleri arasan bulamazsın. Yahu eşek herifin damadı övdükçe övüyorsun bu evi de sana para versem oturmazsın. Ne yapsın o da malı satmaya çalışıyor. Ama müşteriyi de enayi yerine koymak olmaz olamaz imkansız benimsin adamım.
Karadenizli Emlakçı: Buradan ümidimizi kesince kara biberim ile pasaj pasaj sokak sokak dolaşarak rasgele emlakçı aramaya başladık. İnternetten de aramaya devam ediyorduk ama durumumuz içler acısıydı. Güzel evler 1.200 TL'den başlıyor. Ucuz evlerse ilk örnekte anlattığım gibi. Artık akşam vakti oldu ve rasgele bir pasaja girip emlakçının ilanlarına bakmaya başladık ki sinsice bir adam bize sokuldu. "Abi emlak mı bakıyorsunuz?" Birbirimize bakıp evet dedik ama adam nereden bitti öyle hala bir muamma. Ben size yardımcı olayım diyerekten bir ajandadan ev listesine falan bakmaya başladı. Anladık ki kaçak emlakçı arkadaşımız emlakçıların önünde soteye yatıyor. Allahım ne insanlar var şu dünyada?! Neyse denize düşen yılana sarılır hesabı sözleştik yarın için, gün geldi buluştuk. Polat Alemdar tipli bir abimizle geldi bu adam. Yarim de hemen 155'i aradı ki başımıza bir hal gelirse arayalım diye. Bu güven dolu ortamda sanayi mahallesine soktular bizi. Navigasyondan nerede olduğumuza bakıyorum, ağlayacağım geliyor. Evi de bilmiyorlar ara ara ancak bulduk ama oradan benim işe gitmem için cinsiyet değiştirmem lazım. Karadenizli bu arkadaşlarımızın en belirgin özellikleri malını satmak için seni değil ev sahibini her türlü oynatması. Bu Polat abimiz de ev sahibine benim memur olduğumu atamamı beklediğimi söyledi mesela. Özel şirket güven teşkil etmiyormuş(!)
Kibar Emlakçı: Tüm bu saçma olaylardan sonra internetten görebileceğimiz en sağlam evi gördük ve tutulmaması için evrene yalvararak evi sorduk. Evet ev boştu ve Kanyon AVM'nin dibindeydi. Fiyatı da ne çok pahalı ne de "bunda bi bok vardır" dedirtecek kadar ucuzdu. Emlakçı gayet kibar sanki ev pazarlamıyor da kendi şirketinde CEO'ymuşçasına bir türkçe ile takılıyor. Neyse eve baktık falan ev tamamdır zaten. Bir de öğrendim ki ev sahibim de bu emlakçıymış meğersem. Gerçi ortağım var ayağına komisyonun yarısını da cukkaladı. Üst katta oturuyor olması da beni biraz işkillendirdi ama bu çaresizlik içinde onu düşünecek değildim. Sevdiceğimle beyin fırtınası yaptıktan sonra hemen tutmaya karar verdik. Emlakçıya kibar dememim sebebi tabii ki türkçesinin düzgün olmasından değil, bana hala "Hanım" diye hitap ediyor olmasından. (ego, gurur, ego, gurur)
Sonuç olarak bu uzun süreçte içi bomboş olan bir evim vardı ve sabahını akşamına katarak bana maddi ve manevi destek olan sevgili sevgilim sayesinde şimdi minik ve içi dopdolu bir evim var. Sonsuz emek ve iyiliklerinden dolayı bu yazımı ona ithaf ediyorum. Özellikle de Bayrampaşa IKEA'dan taşıdığı eşyalar ile sayemde IKEA'nın kapısından bile girmek istemiyor ama IKEA evimizin herşeyi! :)
Uzun zamandır beklediğim iş sonunda oldu. Bunun üzerine anadolunun bağrından kopup İstanbul'uma kavuşmak üzere yollara döküldüm. Amma ve lakin bu tozlu topraklı yeri geldi mi tezek kokulu yollardan yürümek kolay değildi. Ev aramak en önemli sorun olduğu için önce oradan başladık sevdiceğim ile. Kasım ayında ev arayacaklar varsa vazgeçin. Kışın evlenmeyi düşününler varsa laf bile söylemiyorum zaten. Yaz ayları göç mevsimi olduğundan mütevellit kışa hiç mi hiç ev kalmıyor. Kalan evler ise ev değil. Bu zor şartlar altında sokaklara döküldük. Önce internetten ev aramaya başladık. Emindik ki kolayca ev bulacağız. Fındıklı Mahallesi ile bu ilk devrede tanıştık.Böylece ilk kategorideki emlakçımızı tanımış olduk;
Varoş Emlakçı: Gecekonduların arasına kondurulan süper binaları ucuz kiraları ile nette görünce bir an şok olabilirsiniz. Belki İstanbul'da da böyle yerler vardır diyebilirsiniz. Ama populasyonun apaçi kaynadığı ve gecekondu sayısının yeni binalardan kat kat fazla olduğunu görmek sizi sert zemine yapıştırır. Biz de aynen bu umutla gidip Fındıklının asfaltına yapışıp beynimizi orada bıraktık. Emlakçı ise mahallesini seviyor garibim. Buradan karşıya geçersin çok kolay mahalle çok güzel diye zırvaladı da zırvaladı. Ama şu gerçeğin farkında değil; o leş gibi sigara ve kusmuk kokan arabasında hangi cehenneme gittiğini her müşterisi merak eder. Ben şahsen sorunun cevabını bile öğrenmek istemedim. Mahalleyi gördükten sonra eve baktığımız bile söylenemez.
Hayalperest Emlakçı: Daha sonra eski emlakçımı arayarak ondan yardım istedim. (Gerçi kendisinin daha sonra emlakçı dükkanını kapatıp kuaför olduğunu öğrendim?!) Bana beş dakika sonra geri dönerek 500 liraya Mecidiyeköy'ün göbeğinde ev bulduğunu söyledi. Bu kadar da şanslı olmadığımı bilmeme rağmen hırs gözümü bürümüştü ve koşarak gittik. Ama evi tarif etmeye dilim bile varmıyor. Kurbanlık hayvanları bağlasan durmaz yeminlen. Ne salon var, ne mutfak ne banyo. Balkonun bir kısmını kapatıp sadece lavabo koymuşlar, o da derviş osuruğu yemiş gibi besmeleyle duruyor ve buna mutfak diyorlar. Banyo tuvalet cafelerdekinden berbat. Akıl almayan şey emlakçıların bu evlere rağmen "bir badana olur, bilmem neresi olur hemen oturursunuz, böyle ev bulamazsınız." demeleri. Evet öyle berbat evleri arasan bulamazsın. Yahu eşek herifin damadı övdükçe övüyorsun bu evi de sana para versem oturmazsın. Ne yapsın o da malı satmaya çalışıyor. Ama müşteriyi de enayi yerine koymak olmaz olamaz imkansız benimsin adamım.
Karadenizli Emlakçı: Buradan ümidimizi kesince kara biberim ile pasaj pasaj sokak sokak dolaşarak rasgele emlakçı aramaya başladık. İnternetten de aramaya devam ediyorduk ama durumumuz içler acısıydı. Güzel evler 1.200 TL'den başlıyor. Ucuz evlerse ilk örnekte anlattığım gibi. Artık akşam vakti oldu ve rasgele bir pasaja girip emlakçının ilanlarına bakmaya başladık ki sinsice bir adam bize sokuldu. "Abi emlak mı bakıyorsunuz?" Birbirimize bakıp evet dedik ama adam nereden bitti öyle hala bir muamma. Ben size yardımcı olayım diyerekten bir ajandadan ev listesine falan bakmaya başladı. Anladık ki kaçak emlakçı arkadaşımız emlakçıların önünde soteye yatıyor. Allahım ne insanlar var şu dünyada?! Neyse denize düşen yılana sarılır hesabı sözleştik yarın için, gün geldi buluştuk. Polat Alemdar tipli bir abimizle geldi bu adam. Yarim de hemen 155'i aradı ki başımıza bir hal gelirse arayalım diye. Bu güven dolu ortamda sanayi mahallesine soktular bizi. Navigasyondan nerede olduğumuza bakıyorum, ağlayacağım geliyor. Evi de bilmiyorlar ara ara ancak bulduk ama oradan benim işe gitmem için cinsiyet değiştirmem lazım. Karadenizli bu arkadaşlarımızın en belirgin özellikleri malını satmak için seni değil ev sahibini her türlü oynatması. Bu Polat abimiz de ev sahibine benim memur olduğumu atamamı beklediğimi söyledi mesela. Özel şirket güven teşkil etmiyormuş(!)
Kibar Emlakçı: Tüm bu saçma olaylardan sonra internetten görebileceğimiz en sağlam evi gördük ve tutulmaması için evrene yalvararak evi sorduk. Evet ev boştu ve Kanyon AVM'nin dibindeydi. Fiyatı da ne çok pahalı ne de "bunda bi bok vardır" dedirtecek kadar ucuzdu. Emlakçı gayet kibar sanki ev pazarlamıyor da kendi şirketinde CEO'ymuşçasına bir türkçe ile takılıyor. Neyse eve baktık falan ev tamamdır zaten. Bir de öğrendim ki ev sahibim de bu emlakçıymış meğersem. Gerçi ortağım var ayağına komisyonun yarısını da cukkaladı. Üst katta oturuyor olması da beni biraz işkillendirdi ama bu çaresizlik içinde onu düşünecek değildim. Sevdiceğimle beyin fırtınası yaptıktan sonra hemen tutmaya karar verdik. Emlakçıya kibar dememim sebebi tabii ki türkçesinin düzgün olmasından değil, bana hala "Hanım" diye hitap ediyor olmasından. (ego, gurur, ego, gurur)
Sonuç olarak bu uzun süreçte içi bomboş olan bir evim vardı ve sabahını akşamına katarak bana maddi ve manevi destek olan sevgili sevgilim sayesinde şimdi minik ve içi dopdolu bir evim var. Sonsuz emek ve iyiliklerinden dolayı bu yazımı ona ithaf ediyorum. Özellikle de Bayrampaşa IKEA'dan taşıdığı eşyalar ile sayemde IKEA'nın kapısından bile girmek istemiyor ama IKEA evimizin herşeyi! :)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)