Oğuzlardan bir Türk, birlikte yola çıktıkları İslam misyoneri İbni Fadlan'a yakınmış: "Başbuğ (Halife) bizden ne istiyor? Öldürecek bizi bu soğukta! Ne istediğini bilsek, hemen verir kurtulurduk" demiş. İbni Fadlan buna cevap olarak, " Bütün istediği, 'Allah'tan başka tanrı yoktur' demeniz," diye karşılık verince, Türk gülmüş: "Doğru olduğunu bilsek, söylerdik," demiş.
İbni Fadlan'ın Seyahatname'sinden (Akt. Arthur Koestler, Onüçüncü Kabile, s.39)
İbn Fadlan'ı seyahati sırasında gösteren bir minyatür
Herkes kafasına göre bir şeye üzlüyor. Hiç mi ortak vicdanınız yok sizin? Biri yakılan müslümanlara üzülür, diğeri Afrika'daki aç çocuklara, beriki Srebrenica'daki katliama. Biri bas bas bağırıyor Madımak diye, diğeri de sokaktaki köpeklere bir kap su koyun diye yalvarıyor. Hepsi iyi hoş da neden tek kişi hepsini kendine dert edinmiyor. O minik yürekleriniz yetmiyor mu dünya'daki KOCAMAN adeletsizliğe? Nedir yani müslümanın ölürken canı daha çok mu yanıyor? Sokaktaki köpekler sussuzluktan ölür de Afrika'nın köyündeki çocuklar ölmez mi? Tinerci çocuklar ateist de Deniz Fenerindekiler cennetlik mi?
Sen sıcacık evinde veya klimanın altında çivisi çıkmış Facebook'a ileti yazınca karnı doyuyor mu o çocukların, ölüler diriliyor mu? Herkes mutlu olmuyor ama sen mutlu uyuyorsundur. Dünyayı kurtardım yatabilirim diyorsun. Bilgi'de okuyup tatilinde interrail yapıyorsun, sonra gelip bize maval okuyorsun. Ay aman ne büyük iş. Birine üzülüyorsun kendini insan sanıyorsun!
Nerede ayrıldınız siz böyle? Sizi kim bu hale soktu allasen? Çocukken hani insan düşünmez ya arkadaşını, siyahi mi sarışın mı, maymuna mı tapıyor ağaca mı umrunda olmaz. Beraber gülersin, beraber düşer ağlarsın, bisikletle gizlice mahalle turu yaparsın, ilk aşkını beraber yaşarsın. O masumiyeti hangi yaşta bıraktık biz? Kendime de pay biçiyorum elbet. Ama ben sizin kadar uçmadım arkadaş. Ben insanlığıma yedirmem bunu. Ölen müslümansa üzülüyorsun da hristiyan bir toplum katledilse umrunda olmayacak yani! Vah yazık bizim insanlığımıza, sizin insanlığınıza.
Küçük bir hatırlatma; herşeyden önce hepimiz insanız ve her canlının yaşamaya hakkı vardır!
Sıcaklardan mı, kendimden mi, durum ve vaziyetten midir bilinmez, darlandım a dostlar! Hani çıkıp bir tepeye dağa taşa haykırasım var. Dağdaki tavşanın ne suçu var dersen eğer derim ki onun da orada ne işi var arkadaş. Öncelikle son günlerde komşularımı öldürmek istiyorum, bir yandan çocukları bir yandan kendileri car car konuşuyorlar. Bugün de bir güzel evimin önüne tezgah kurmuşlar katmer yapıyorlar. Ben de dertler katmer katmer, şeytan diyor yol ver yol ver. Böyle düşünürken camımı çaldılar koca bir haşhaşlı katmer verdiler bana da. Evren önce ağzımıza sıçıp sonra "şaka yaptım ki" demeye bayılır. Zaten yay burcu olduğumdan mı yoksa TrumanShow'da sitcom olduğumdan mıdır bilmiyorum ne zaman başıma trajik bir olay gelse ardından da komik bir olay olur. Tam ağlayacakken hık hık diye tıkanır ve gülmeye başlarım. Kader ağlamama bile engel uleyn! (Burası giriş bölümüydü.)
İki gündür nefes alamama, saçlarda yeni beyazlıklar fark etme gibi pespai durumdayım. Sorma neden... Kendimi sorgulama veya kendimi arama gibi ergen davranışlara girmiş değilim. Zira kendimi bulalı ve bulduğum yere olduğu gibi bırakalı çok oldu. İnsanın kendiyle ne işi olur? Zaten biliyorum ben kendimi. Mana içinde mana bulmak Kafka'nın ne bileyim ben Sartre'ın işi. Ben aynı Ömer Hayyam, hep Ömer Hayyam. Düşünmeden yaşamak en iyisi. Düşünülecek bir şey varsa karşındakini tanıma çabasıdır. Ben de isterim ki millet beni tanısın, uğraşsın. İster yanlış anlar ister doğru o beni ırgalamaz. Ama empati yapabilen bir insan kadar güzeli var mı şu dünyada? En büyük erdemdir empati. Karşındakinin durumunu anlaman, duygularını hissetmen, ona göre davranman. Yahu nerede bulacağız böylesini? Yok arkadaş ben taş devrinde doğmalıymışım. Böyle de bir kafa var değil mi? "Ben tam bir rönesans kadınıyım", "Ortaçağ tam benim tarzım", "Gotik dönemin ikonasıyım ben". He gülüm he! Yıl olmuş 2012, zaman yolculuğuna kalmış bir iki sene, sen bize ne anlatıyorsun plaza kızı, senin derdin ne Reina kızı? Senin giydiğin o Prada topukluları ortaçağ Fransa'sında boka basmamak için kıyıp da giyer misin? İlk biletle geri dönersin bebeğim. (Gelişme bölümü gelişimini tamamlayamamıştır.)
Konu aldı başını gitti. Ne diyordum ben? Evet evet, sen, arka sıradaki? (Kafa gitti.)
Korkma tamam KPSS bitti. Kendimi aramayı bıraktım diyordum, zaten buldum diyordum. E bu seferde hayat çok sıkıcı sanki. Ye, iç, çalış. Düşündükçe içim sıkıldı. Gidip Nişantaşı Yoga'da kendimi matlara vurasım var. Napacağız olm biz böyle ya? Hayır büyümek sorun değil de sıkıcı, hatta sı-kı-cı! Koca sene çalışıp sadece bir hafta mı tatil yapacağız? Yooooooo, ooooooh nooooooo! Sorsan okulu uzatın mezun olmayın diyorsunuz da okul harcımı sen mi yatıracaksın affedersin? (Gereksiz sinirlenmeler.)
İnsan demoralize olduğunda kendine bir kaç tutunacak şey bulmalı. Ben kendim şahsen film delisi biri olduğum için, filmlerle çok kolay moda girebiliyorum. O yüzden bir kaç tane kült filmim var, bakıyorum dibe vurmaya başlıyorum, hemen açıp izlemeye başlıyorum. Biri the Secret, diğeri Devil Wears Prada. Bunlar ne derde deva fimlerdir anlatamam. İkincisi çok spesifik (özel) bir film benim için tabii. Sen istersen Music and Lyrics izle, istersen Twilight izle ya da El Orfanato izle, ben bilemem. Ya da onu da geçtim, bozuldu mu moralin, gözler dolmaya mı başladı, aç en sevdiğin şarkıyı, tepine tepine söyle. Git kendine en sevdiğin kahveyi ısmarla. Delilik yap, hiç tanımadığın bir insanla dertleş o gün. Al eline bir kağıt aklına geleni çiz. Veya internet derya deniz, benim gibi aç bir blog sırf kendin için yaz. Yap bunu. (Şu anda tam konuya girdi.)
Çünkü neden biliyor musun? Bu dünyada herşey var da düşüncelerimiz için bir çöp kutusu yok. Yukarıdaki bunu unutmuş işte, Zeus bizi böyle lanetlemiş, "zaten ölümlü, düşünsün dursun" demiş. Düşün düşün bu beyin patlar aga bir yerden sonra. Sonuçta vardır bunun da bir gigabite olayı. Gereksizleri silmiyorsa sen enerjiyi bir yere verip sileceksin, öteleyeceksin. (Olayı patlatmak üzere.)
En kötü indirimden bir hamak alacaksın. Bahçen yoksa da kuracaksın salona, pazarları öğlen yatıp uyuyacaksın. Delilik parayla mı arkadaş, evine de biz karışmayalım git napıyorsan yap!
(Yazar burada başlıkla konuyu bağlarken sinirlenmiştir ve yazı patlamıştır.)
Arkadaşlarımı severim hem de ölümüne severim.
Görmesem de düşündüğüm zaman yanımda olan arkadaşlarımı daha çok severim.
Yemek yemeyi de severim. Ama kilo almayı değil. Şişmanlık bana göre değil.
İçimdeki sıkıntılar bedenimle büyüsün istemem. Mevcut durumlarını korusunlar.
Gezmeyi severim, evden daha çok severim.
Ama pazar sabahı yapılan ve saatlerce süren kahvaltıya hayır demem doğrusu.
Çay yapsam gelir misiniz mesela bana? Üstüne kahve sigara da yapardık.
Dibine kadar insanım aslında. Ağlarım, gülerim, hasta olurum, aşık olurum, terk edilirim.
Hiç biri benden bir şey götürmediği gibi bir şeyler kattıkları da yalan!
Israrla kendim olmayı o kadar çok başarıyorum ki sanırım sıkıcı olan tarafı bu.
Ah deniz kenarında olsaydık şimdi. Sizinle. Yani benimle olmayı kim isterse.
Açardık rakımızı, iyot kokusu ciğerlerimize dolardı.
Bardaklara düşen buz sesleri, alkol oranıyla artan baş dönmesi.
Ve tabi gecenin sonunda kurtarılan ülkeler.
Biz var olmayan ülkenin çocukları, var olmayan hükümetleri kurtarırken nasıl da heyecanlanıyoruz.
Sonra açıyoruz bir müzik. Bağıra çağıra söylüyoruz. İşte o zaman eşit oluyoruz ancak.
Sadece eğlenirken eşit olmayı beceriyoruz.
Nefret ettiğim şeyler de var.
Çalışmaktan bazen nefret ediyorum.
Ama istemediğim işteysem her zaman nefret ediyorum.
Ama sanata aşığım. Yaratmak, var olmak istiyorum. Bir fırçanın ucunda var olmak istiyorum.
Hem gerçek hem hayal olmak istiyorum.
Yani hem her şey gözüksün, hem bir akıma ait olayım, hem yaratıcım belli olsun, ama hep bir açık kapım olsun.
Müziği severim bir de, içinde yaşayacak kadar, her birine anılarımı sığdıracak kadar severim.
Unutmak istediğim anılarsa nefret ederim şarkılardan da kendimden de.
Yaşamayı severim.
Ölmeyi sevmem.
Sevemem, çünkü ölümlüyüm.
Ama bazen yol olmak istiyorum, bazen de yol almak istiyorum. Mümkün müdür sizce?
Hepsini geçtim bu kadar delirmek mümkün müdür?
Sizin de cümleleriniz size sormadan çıkar mı ortaya mesela?
Sağa sola koşturduğu oldu mu hiç?
Olmuştur eminim. Çünkü siz de insansınız.
Eh ben de insanım...
Beni 12 yaşında 40 yaşındaki bir adamla evlendirdiler. Sustum.
13 yaşında gebe kaldım, düştü bebem. Küçükmüşüm daha. Sustum.
14'ümde yine gebe kaldım. Doğurdum. Bebem sakatmış, beslenememiş karnımda. Nasıl beslensin? Ekmek peynirle bir de üstüne kötekle mi? Yine sustum.
İstemedim. İki senede bir gebe kaldım. Altıncı bebemde ebe hemşire kurtaramadı beni ve bebemi, öldük.
Ben öldüm, insanlık öldü.
***
20 yaşında üniversite öğrencisiydim. Bir akşam dersten evime giderken kaçırdılar beni.
3 kişi tecavüz etti. Dövdü.
Hamile kaldım. Kendimden de bebekten de nefret ettim.
Kimseye söylemedim. Yasalar karşı çıktı, doğurdum.
Doğumdan iki ay sonra dayanamadım, bebeği sonra kendimi öldürdüm.
Ben öldüm, insanlık öldü.
***
38 yaşında iki çocuklu bir kadındım. Kocam beni aldattı, terk etti.
Bir ay sonra hamile olduğumu öğrendim.
Bilerek babasız bir çocuk daha hele ki işsizken nasıl doğurursun?
Doğurdum. Benden nefret eden bir çocuk doğurdum.
Gözlerime her baktığında ben öldüm, insanlık öldü.
***
82 yaşında Erzurum'luyum. Bir gün bir bebek verdiler elime.
Dediler ki büyük adam olacak. Bilemedim ne demek istediklerini.
Büyüdü, bakan oldu. "Ana seni koruyacağım." dedi.
Güvendim, inandım. Sonra çıkarları uğruna kadınlara karşı geldi.
"Tecavüze uğrayan doğursun, devlet bakar." dedi.
Bilemedim ne demek istediğini. Ya ben tecavüze uğramış olsaydım diye düşündüm.
Ben öldüm, biz öldük.
İnsanlık öldü!
Balıkesir'den gelmiş bir insan evladı olarak başlarda Balıkesir aksanımdan çektim diyebilirim. İnsanlar garipsemesin diye kendimi kastım konuşurken. Zira bizim yazlıktaki İstanbullu arkadaşlar hep senin aksanın bir değişik deyip dururlardı. (Eziğim!) Amma ve lakin sonradan araya komiklikler şakalar olsun diye iki üç kelime sokuşturmaya başladım. Balıkesir'e gittiğimde ise evin kapısından girer girmez "ben geldim bakam, haydin gidiyom gari" demeye başlıyorum. İstemsiz kan çekimi. Velhasıl bugün internette rasgele bir Balıkesir sözlüğüne denk gelmiş bulunmaktayım. Bu sitede yer alan tabirler aynı bizim teyzeler gibi konuşuyor. Sizin tek tek bakmanız zor olur diye düşünerek şimdi hepsini iletiyorum. Eminim Balıkesir'li herkes kopacak okurken. Beni bazen anlamayan Balıkesir dışından arkadaşlarıma da selam ederim ve bu sayede beni anlamalarını dilerim. Eheheh.
Alentrik:Elektrik. "Alentriklede bi kitdi. Bide gelmedi." Alfat: Ahlat. Yabanarmudu. "Yarın alfat toplama kitçen." Ani: Şaşırma ünlemi. Aykırı: Zıt. "Dayağa aykırı aykırı gitme! Soguna garışmam bak." Bacilik: Baca. "Bacilik çekmedinden soba tütüyo." Badırcan: Patlıcan. "Bu gart gart badırcanları anagcebinemi topladıg." Bakam: (Favorim!) Bakalım. "Yap bakam da görem." Biz: Bez, tülbent. "Yarın aşam biz dizme gelin." Bobuç: Ayakkabı, pabuç. "Dost başa, düşman bobuca bakamış." Buycuk: Bir kerecik. "Buycukda sölemeden yapsagya sende." Bön: Bu gün. "Bizim goyun hasta bön hiç yim yimedi." Caba: Para ödemeden, karşılıksız, beleş, bedava. "Bu da sana caba, haydi git." "Bön cabadan bi gönek gazandık." Cıran: Cereyan, elektrik. "Dirig yanına sokulman, cıran çarpa!" Çımıt: Sıcak. "Bön hava çok çımıt, Çıt çıkmıyo." Davranmak: Hazırlanmak. "Ben hayvanlara sulaken siz davrana goyun." Di ha: İşte orada. "Bizim goyunnarı gödün mü? - Bak.. - Di ha urdala…" Dimen: Değirmen. "Saçlagı dimende mi ağarttın." Dıngıldamak: Olduğu yere devrilmek. "Merdivenden aşa dıggılodu." Bunu bir dönem anlatamamıştım kimseye. Diğelmek: Ayakta durmak. "Sabahtan beri diğelmekten bacaklam koptu." (Anneanneme selamlar olsun!) Dombi: Manda. "Ni bakım duryog dombi mala gibi." Donuz: Domuz. "Bön gece donuz bekleme gitçen." Dön:Düğün. "Bu dönde de toplip gelme buri." Efecik:Abi, ağabey. Elleşme: Dokunma. "Bure elleşmeyin." Emme: Ama. "Biz de gelcedik emme Arabi gaçırdık." Ezen: Ezan. Gapçıklamak: Kabuğunu çıkarmak. Gaste: Gazete. "Bönkü gastele gelmemiş." Gave: Kahve. "Acele tarafından okgalı iki gave." Gine: (İkinci favorim.) Tekrar, yani. "Salcanan gidin, gine gelin." Gıra: Kırağı. "Bön gece gar gibi gira yamış." Gızan: Çocuk. "Şinciki gızanla hiç söz dignemiyo…" Goz: Ceviz. "Gozlagızı gapçıkladığız mı?" Hataşlamak: Ateşlemek. Hincik: Şimdi. "Bizim dani gödügüz mü. Hincik burdadın emme." Hurun: Fırın. "Hurunu hataşladıg mı?" (Anneanneme tekrar selamlar :) ) Irat: Rahat. "Bu olanın başını balamadan, bize ırat yok." Iscak: Sıcak. "Bönkü ıscak ni di be." İl: El, yabancı. "Gurban kesmesek, il alem bizi ayıpla." İleşme: Oyalanma. "Mugarın başında ileşme barda doldur eve gel." Kanavız: Kavanoz. Kara gazoz:Kola. Kernebit: Karnabahar. "Kernebit tomu ekdig mi?" Künge: Çöp. "Küngeleri yigi süpürdüm, tavukla çabıcık eşelemiş." Lamba şişesi: Ampül. Löbet: Nöbet. "Löbete gitti." Maşinga: Köylerde kullanılan bir soba çeşiti. "Maşingaya odun getirivi." (Ulan ne güzel olur o maşıngada da yemek ha! Burada da köy maceralarından dolayı kuzenlere selam çakarım.) Meres: Miras. Natar: Anahtar. "Kapınıg natarını dişuri goyodidim yirinde yok." Nıgıda: Ne kadar? "Ezene nıgıda va." "Beni nıgıda sevyon? bu guducuk." "Gandırdım Aha bugıda." Olak: Oğlak. "Olak yime turpolu mu, gozderi mi giryoguz?" Otobis: Otobüs. Öleşmek:Üleşmek, paylaşmak. "Meresleri öleştiğiz mi?" Peşkir: Havlu. "Bu peşkiri kim kullandı leş gibi yapmış." Pincem: Bineceğim. "Otobis gelirse pincem." Pıçak: Bıçak. "Bu pıçak eşig götünden gurt bile çıkamaz." Pişi: Bir şey. "Bak sene pişi sölicen sakın kimsi söleme." Pontul: Pantolon. "Bizimkine de pontul dayanmıyo, hemen pontulun götünü delmiş." Püsküt: Bisküvi. "Ganım açıkdı da bi iki püsküt atodum azıma." Sancak: Salıncak. "Bu çocuk sanca yatmadan imkanı yok uyumaz." Sarı gazoz: Fanta. Siddirmek: Koşturmak. "Tükgana siddire siddire gidig, siddire siddire gelig." Söven: Büyük kazık. "Senig sırtıg gaşınyo harelde. Şu söveni alırsam elime…" Şişirgen: Balon. "Şişirgeni çok şişirme patladırsın." Tarna: Tarhana. "Tarna aşı tali gıda, bulgur aşı öli gıda." Teyya: Orada. (Daha pratik bence ehehe.) Tize: Teyze. "Tizem evde yokmuş. Bakla çapalama kitmiş." Ünnemek: Çağırmak. Velense: Dokuma, tente. "Di şu velensi çocug üstüne atosagya, doga sona." Vesait: Vasıta. "Hiç vesait denk gelmedi çatal daldan beri yörüdüm." Vi: Ver. "Ne yiyon? Bene de visegya." Yad: Yabancı. "Ge bakam yad yad durma öle." Yalım: Galiba. "Bön gece gıra yacak yalım." Yavuz:İyi, güzel. "Bizim baça bu sene pek yavuz." Yilek: Yelek. "Hına bak dön del bayram del takım yilek gimiş." Yimek: Aş, yemek. "Yimekleri hiç yimemişle zere zebil olmuş." Yort: Yoğurt. "Kimse yordum işi dimez" Yüklük: Büyük dolap. "Şu yüklüg perdesini katadıg bakam." Zitin: Zeytin. "Zitin yapra yeşil, altında gave pişir."
Şimdi böyle yazınca kurgu gibi geldi dimi? Yok lan valla bizim orada böyle konuşan nice insan var. Tamam belki örnekler çok uçtaki cümleler ama inanın senelerdir gitmediğim babamın köyünde teyzeler böyle konuşurdu. Biz de dalga geçerdik sürekli konuşmalarıyla. Kimisi ağzımızda yer etti. Bir çoğunu annem, ananem kullanıyor zaten. Eminim dıştan görenler örnek cümleleri anlamadı bile. Balıkesirlilerin dili olsa yeri. Bir filolog olarak bu konunun üstüne eğileyim bari. Oldu lan, sanki işim gücüm yok.
Allah belanı versin Star TV derdim ama zaten battın falan. Başına bunlar geldiyse çocukluğumuzu mahvettiğin içindir. Hepiniz hatırlarsınız Yeraltı Canavarı diye bir film vardı. Devam filmleri de çekildi bunun. Star TV de yemedi içmedi paso gösterdi bu filmi. Show TV de olabilir. Ama onun da başına Acun'u musallat ederek Allah belasını vermiş oldu. Çocukluğumda psikolojimizi bozan bir film de buydu. Yere basamaz olmuştum solucandan bozma sapık bir yaratık çıkacak diye. Hatırlamak isteyenler içinde ahanda fragmanı.
Bir kaç sapık adam Amerika'nın her zamanki gibi tozlu paslı arazilerinde takılıyorlar. Amaçlarını da hatırlamıyorum. Ama şantiye gibi bir yerdi. Çünkü bu deliler bölgede yeri delme, tepinme gibi bütün tehlikeli faaliyetleri gösteriyorlardı. Sonra yerde bir mahlukat belirdi. Yerleri kabarta kabarta gelen sürüngenlerin babası bir canavar. Bunlar yerdeki titreşimleri fark edip bu canavarın izlerini bulduklarını anladılar. Hayvancağız sağır dilsiz bir şey zaten. Yazııııık!
Velhasıl kelam, bunlar bunu çözene kadar bir sürü şehit verdiler tabii ki. Misal bu amca gibi. Amca mortingen şitrayze olunca, bunların kafa şarj etti de tepelere çıkmaya başladılar. Bir de adamı kurtarmaya çalışıyorlar. Neden? Çünkü her filmde bir tane salak kahraman kılıklı adam olur. Sarışın olan Sawyer, top sakallı abimiz de John Locke zaten. Amcanın yarısı hayvanın içinde, o adamdan ne hayır gelir artık. Amca zaten tahtalı köye postacı oldu. Sen kaç götü kurtar. Ben o durumda öleyim daha iyi. Belden aşağım ne olduğu belli olmayan bir şerefsizin içinde. Kurtulsam ne olacak, psikoloji gitti elden. Belden aşağısını kezzapla yıkamam lazım zaten içime sinsin. Sonra da hayatımın geri kalanını Bergen olarak geçireyim.
İlluminati!
Ama amerikan filminden bahsediyoruz bebeğim. Orada duracaksın. Bir canavara teslim olurlar mı? Ne Jurassic Park'lar, ne Piranhalar atlattılar. Bir sümüklü böcek mi onları yenecek? Peh! Bunların canavarı nasıl öldürecekleri konusuna pek kafası basmasa da canavardan kaçarken kanala düşüyor deliler. Hayvan da yoluna devam ederken hop dışşşş aaaa! Betona çarpıyor ve ortaya sümüklü böcek salatası çıkıyor. İzleyelim. Bunu fark eden bizim zeka küpleri bayılıyorlar bu salataya ve hayvanla komiklikler şakalar devam ediyor. Bakıyoruz.
Elemanlar kurtuluyor ama benim psikolojim ne oluyor? Alt üst. Ders: Matematik. Konu: Alt Kümeler.
Ben de evrensel küme. (O ne demek hocam?)
Bu olaylardan sonra bizim elemanlar da mutlu mesut yaşamaya devam ediyorlar. O kadar mutlulardır ki hatta devam filmlerinde de seve seve oynuyorlar.
Sevgili canlar,
Ben de kendimi bir klişeden ayrı tutmak istemedim ve bu yazımda 90'lara yönelmek istedim. Ne lanetli, ne saçma sapan, ne dangalak yıllardı allasen onlar! Neyse o kadar saçma şey var ki yazarak planımı yaptım, sırayla başlıyorum gönül dostları.
Oyunlar Bilye: Kimin icadı bu ya? Camdan topları al yan yana diz falan. Bak bak kafaya bak sen! Yuva yapardık bir de biz bunlarla, Allah'ım nasıl bir eğlenceydi o. Fileler içinde satılanları vardı deli gibi toplardık falan. Kazanan bilyeleri alırdı. Mahallede en çok bilyesi olanın inanılmaz cakası vardı. Bir de diğer bir versiyonu "bilez".
Taso: Bunun bir üst versiyonu tasolardı. Pokemon çizgi filminin ülkede patlak vermesiyle beraber pokemonların tasoları çıktı. Gerçi bundan önce de Buggs Bunny gibi karakterlerin de vardı ama pokemon kadar olamadı asla. Bunda da amaç tasoları üst üste vurarak diğerini ters çevirmekti, yanlış hatırlamıyorsam. O tasolar folloş olur, eskir püskür yine de yerden yere vurulurdu. Benim favorim dönen tasolardı. Ortasındaki minik çıkıntının üstünde topaç gibi dönerdi bunlar. Ama asla anlamadığım olay dev tasolardı. Bir boka yaramaz oyun da oynanmaz ne halt yemeye çıktı anlamış değilim.
Futbolcu Kartı: Benim favori oyunum. Zamanında daha da taraftar galatasaraylıyım, tüm ilk onbiri toplamışım. Bir de GS defterim vardı, ilk sayfasında bu futbolcu kartlarından yapıştırmıştım. O senelerde tam futbol seneleri ama, Uefa'yı almışız falan. Ben sokaklarda ağlıyorum. Beynime osurayım, bacak kadar velet ne anlarsa spordan :) Neyse en sevdiğim oyun olmasına rağmen şu anda nasıl oynandığını bile hatırlamıyorum. Böyle de gerzeğim(!) Ama bunlar hakkında unutamadığım bir anım var. Mahallede bir çocukla oynuyoruz biz. Çocuğun tüm kartlarını aldım, mahallede ağlattım lan çocuğu. Ehehehe. Bu da böyle bir anımdır. Sustum.
Hey yavrum Bülent!
Kız Kaçıran & Mantar Tabanca: Bunlar daha psikopat erkek çocuklarının oynadığı oyunlardı. Ama o dönem erkek kuzenlerle aramızda cinsiyet ayrımı hissetmediğimiz için biz de onlarla patlatırdık. Şimdi böyle çocuğum olsa ağzına terlikle vururum. Nerede lanet iş var orada. Fırat gibiyiz ulen. Neyse bununla beraber daha bir çok saçma oyuncağımız vardı bizim, ağızda patlayan şekerler, sulugöz, top atan tabanca vs.
Mantar Tabanca
Tabii bu dönemde bizim böyle psikopat olmamızın tek sebebi, o dönemin bakkallarıydı. Dikkat edin, market değil, bakkal diyorum. Amcalar piyasadaki tüm manyak oyuncakları getirirdi. E biz de hayliyle alırdık. O dönemin kızları da yamukmuş demek ki. Benim gibi erkeklerle mahalle maçı herkes yapmaz ama hatırlıyorum bir çok kız da bu oyunları oynuyordu. (Evde barbie bebek oynayanları tenzih ederim.) Bununla beraber teknoloji manyaklığının da başladığı bir döneme tekabul eder bu doksanlar. O yüzden daha önce hiç bir çocuğun sahip olmadığı şeylere sahip olduk. Hazır mıyız?
Van tu tiri forrroooo!
Tetris: Merhaba siber dünya! Bizim için teknoloji ekrandaki siyah noktaları yönetebilmekti. Teknolojiye bu noktada başlayanların feysbuku şimdi davar gibi görmesini anlıyorum. Motor yanıyor tabii ki. Bütün oyunların babası bence tetristir. Birazdan bahsi geçecek oyuncaklar tetrisin çocuklarıdır. Bu böyle biline! Tamam sakinim. Ayrıca kalem pille çalışan tetrislerimizin nasıl uzun ömürlü olacağını ararken kimya ile de tanışmış olduk. Biten pillerimizin ömrünü onları hayvan gibi ısırarak uzattık. IQ seviyelerinin tavanda olduğu yıllardı. Hey gidi!
Tipine yandığım!
Atari: Hatırlıyorum vakti zamanında atariler 1.000.000 idi. Tabi bizde para bok. Aldık hemen. Şaka lan! Şimdinin bir lirası işte, hey yavrum hey. Şimdiki bebeler kaç para döküyor PS için. Bizdeki zevke bak, ucuz ama kaç göz kör oldu gece gizli gizli ateri oynarken. Kasetleri vardı bunların onları takar oynardın. Kimi kasetlerde karışık bir sürü oyun olurdu, kimisi de tek oyun olurdu. O tek oyunlu kasetlerin de ayrı bir forsu vardı hani. Bu çok oyunlu kasetler de tırt aslında. Pezevenk 1000000 tane diye oyun koymuş, oyunlar kendini tekrar ediyor, bir sürü mario var ama ikinci oyun ikinci level'den başlıyor aslında falan. Bir çoğumuz ingilizcemizi atarilere borçluyuz. Zira bizim mahallede bilgisayarı olanlar hep zengin piçlerdi. E bizim mahallede zaten varoştu, bilgisayarla tanışmam baya geç anlayacağınız. Neyse bu atari kasetlerinin folloş olmuş hali de var tabii ki. Dış kap kendini bırakmış artık, sadece içteki yeşil disk kalmış. Benim bunu ilk gördüğümde beynim kendine reset atmıştı. İncecik birşey ama içinde adamlar var falan. Kapasitem kaldırmadı. Atari oyunlarını hatırlatmaya gerek yok sanırım, pac man, bomberman, super mario, kung fu ve tabii street fighter ile mortal combat. Bir diğer geçirdiğim şok da Popeye oyunuyla olmuştu bu arada, koskoca karadenizli Temel Reis'i Popeye yapmışlar. Ada bak, popo gibim.
Valla bizimki de buydu galiba.
Bak hele sen bizim çançinçona! 49,99TL mantığını önceden keşfetmiş, çakkal!
Sanal Bebek: Ta taaaam! Sanal bebek! Vay siber aleme girişimizde son nokta. Sanal bebek deyince hemen başka şey düşünmeyin arkadaşım. Bu bildiğin minik bir zamazingoydu. İçinde hayvanlar vardı seçebiliyordun. Dinazor, köpek, kedi falan. Sonra da yavaş yavaş büyütüyordun. Ama yavaş dediğime bakmayın iki günde büyüyorlardı zaten. Hatta dip dibe yaşadık biz onlarla. "Anneeaaaa, yemek vermem lazım, aaay sıçmış hemen temizle bokunu, hasta olmuş aşı yapayım" diye diye evde dolanırdık. Böyle çocuk evlerden uzak Allaahhhıııım! Ama babam veya annem (hatırlamıyorum be!) nereden bulduysa bana insanlı olanını almıştı, ya kız ya erkek oluyordu. Sen köpek bak benimki Dilara! Neyse bu da ahanda böyle birşeydi.
Bakamamış o, ölmüş.
İşte canlar, bizim de çocukluğumuz böyle gerizekalı ama bağımlılık yapan çin malı oyuncaklarla geçti. Kendimizi koruyalım, asimile olmayalım dedikçe TV de ayrı bir darbe vurdu bize bu dönemde. Sanatçılarda hayır yok, şarkılar o biçim, çizgi filmler yetişkinler için mübarek. Daha da açımlayalım bakalım, neler neler.
Ama ondan önce programımıza burada ara veriyoruz. Diğer bölüm AZ SONRA ;)
Beynimizi yıkadınız lan bu görüntülerle!
Geri geldim dostlar. Gelelim Zamanın tv programlarına. Benim için o dönem iki tane kanal vardı; Star TV (Yaşasın Turgut Özal!) ve Cine5. Şimdi bu kanallara dönüp bakmayız ama o zaman da Star TV zamanın Kanal D'si Cine5 ise Digitürk'ü. Cine5 paralıydı zaten kimsenin evinde yoktu. Biz ablamla çocukluğumuzun bir dönemini lojmanda geçirdiğimiz için şans eseri bizim evde vardı. Dolayısıyla tüm maçlar izlenirdi evde. Bak özendim şimdi ha çocukluğuma. Tabii ki söylemeye bile gerek yok TRT1 diye bir olgu vardı. Birazdan bahsedeceğim programlar tam hangi kanallarda çıkardı bilemiyorum. Ben de insan evladıyım, fil boku yemedim. Ablam ve sevgili kuzenim Gamze ezbere biliyordur ya neyse...
Bizim bu dönemde yayınlanan çizgi filmlerde hayır yoktu efendim. Hatta şu anda bizim jenerasyonun böyle sapık, psikopat olmasındaki en büyük sebep lanet çizgi filmlerimizdi. Annem o zamanlar evde, biz beraber oturup izlerdik. Hangilerinden bahsettiğimi anlayınca "Haa doğru lan!" diyeceksiniz. Başlıyorum; Şeker Kız Candy (Hafif meşrep), Heidi (Alkolik dedeyle yaşayıp çobanla fingirdeşen ve kötürüm arkadaşı olan kız), Tsubasa (yamuk sahalarda maç yapıp o uzaylı gibi uzun kafasıyla kendini futbolcu sanan insan), Şirinler (Alttan alttan komünizmi verdiniz lan bize!).
Heidi: Bilindiği üzere bu hanım kızımız al al yanakları, çıplak ayakları ile alplerde çimlerde yuvarlanır dururdu. Amk Alpler sanki Hawai hiç soğuk değil, bu fukaranın hep kıçı başı açıktı. Dede alıyor votkayı viskiyi, soğuk işlemiyor herife tabi. Onu geçtim, bunların köpeği bile ayyaştı. Gerçi benim de böyle sahiplerim olsa ben de içerim, içmeyip de ne yapacaksın. Bir de dağda Peter diye bir çocuk var, keçi güdüyorum ayağına Heidi'ye veriyor ayarı. Oysa benim keçim Alplerin keçisinden daha anlamlı bakıyor! ERROR! Allah'ın fukarası Heidi gidip kendine zengin bir arkadaş buluyor ama o da kötürüm. Tabii Heidi de İsviçre Üniversitesi Fizik Tedavi bölümünden mezun. "Haydi Clara yapabilirsin Clara" diye diye zorla yürüttü kızı son bölümlerde. Böyle saçma sapan bir aile bunlar işte.
Ayaklar hep çıplak, kısır olacak.
Tsubasa: Vallahi açık söylüyorum ben bu arkadaşın amacını çözememiştim. Tamam maç maç da yani her maç bu kadar dramatize edilmez. Dünyanın parasını alıyorsun, birde kalkmış hayat memat meselesi yapıyorsun maçı. Oyna geç arkadaşım. Zaten benim favorim de o ikiz kardeşlerdi. Çifter çifter bombalıyordu golleri. Tsubasanın döneme etkisi, o tavuk götü saçları sayesinde bizim tüm futbolcular arkayı kaldırmışlardı. Neyse ki çançinçonlara bir dönem İlhan Mansız'ı gönderdik de anladılar futbolcu nasıl olurmuş.
Alişan'a benziyormuş lan bu!
Şirinler: Minik mavi yaratıklar ve sürekli onu yemeye çalışan Gargamel. Ben onun sadece kedisine hastaydım. Herkes bir dönem Şirine olmak istemiştir gerçi ama izlerken de hep; "Neden Gargamel bunları yemek istiyor? Şirinlerin tadı güzel olmaz ki!" diye düşünürdüm. Meğersem bir bokluk varmış. Herkes eşit, herkes mutlu. İstanbul Üniversitesinde okumuş bir insan olarak diyebilirim ki, politikanız işe yaramış hacı. Bizim çocuklarda da bir Şirinler olma havası gidiyordu. Kapatalizmi yap Gargamel. Diğerleri de başka başka karakterler ama mutlu yaşıyorlar. Valla affedersiniz ama biri bana şaka ayağına paso bomba verse dark side'a geçerim ben. Zaten adamın niyeti bozuk, sondaki verdiği mesaja bak: "İyi bir çocuk olursan sen de bir gün şirinleri görebilirsin." Verdiği alt mesaj ise: "Git en yakındaki TKP'ye yazıl, bir kaç darbe alırsan kafana sen de Fidel Castro'yu görebilirsin." Pezevenk!
Bildiğin Marx adam, bir de kızıl giymiş. Tey tey!
Şeker Kız Candy: Assolistler sona çıkar mantığı ile Candy'i sona sakladım. Ah ne ağladık annemle bu çizgi filmde. Ah ne üzüldüm Anthony ölünce. Benim tüm kişiliğimi oluşturan bu çizgi film olmuştur. İngiliz asilzadelerine merakım bu Archie, Antoniiieeeeee yüzünden oldu hep. Candy bile Lady Okuluna gidiyordu. Biz ise Yayla İlköğretim Okuluna. Peh! Kızı itip kakıyorlar ama lüksten de geri kalmıyordu. Jet sosyetenin tüm yakışıklıları ona aşıktı. Ne güzellikmiş be. Çitlenbik gibi tip ama o havari davranışlar. Erkek gibi gülüp eğlenmeler. Karizmaya gel. Sonra tarot falan diye fal merakım da hep Candy yüzünden. O bir cadı fal bakmıştı bizim kıza. Antoniiieeeeee'nin ölceğini bilmişti. Vay babam dedim ve o gün mistik dünyaya dalış yaptım. Candy kızımızın başına gelmeyen kalmamıştı zaten, sevgilisi ölür. Yetim öksüz bir insan evladı zaten. Lady Okulunda da gidip okulun en manyak öğrencisine aşık oldu zaten. TERRY! İşte biz doksanlarda çocuk olan tüm kızların nerede allahın psikopatı var, gidip ona aşık oluruz. Bunun tek sebebi Candy ve Terry'dir. O günden beri sandık ki nerede cool herif, uzaklara dalar, içki içer. Sigara içip saçlarını uzatır. Heh dedik bizim Terry'miz de bu. Nah o! Bizim ülkede bir kısmı yayınlandı bu çizgi filmin, ben daha sonra psikopat olduğum için sonuna kadar izledim netten. Meğersem Candy hemşire oluyormuş, bir kısmı savaşta ölüyor erkeklerin, Terry ile Candy'nin sonu da pek hayırlı değildi. Neyse belki izleyecek benim gibi manyaklar vardır anlatmayayım. Kendi psikoanalizimi yaptım yapmasına da bu içindeki Terry aşkımı söndürdü mü. Asla! Watashiwa Candy!
Hey seni yerler, yerler!
Susam Sokağı: Çizgi film değil elbet ama kim unutabilir susam sokağını. Ne kaliteli şeyler vardı bizim zamanımızda hakikaten. Şimdikiler hep osuruk, Caoui'muş yok Ben10'miş. Bokum gibi. Susam sokağını anlatmaya bile gerek yok sanırım. Bu yeterli olacaktır.
Ağlayacağım valla.
Son olarak da televizyon programlarına değinmek istiyorum canlar. Anlat anlat bitmez senelermiş doksanlar. Yoksa yazı hayvan gibi oldu ve buna rağmen eksik şeyler olacak farkındayım. Neyse okuyun lan işiniz ne! Televole gibi iğrençliklere değinmek istemiyorum. Benim bahsetmek istediğim iki dizi var, birine de değineceğim.
Çılgın Bediş: "Oktaaaay!" dediğinizi duyar gibiyim. Ama ben oldum olası o yağlı kafalı heriften hazzetmedim. Terry nerede Oktay nerede allasen! Bediş kızımız yani Yonca Evcimik, bu Oktay denen playboya aşıktı. Ama gel gör ki Oktay'ın "under my dick november general". Doksanlar esprisi sen anlamazsın. Bunlar işte bir grup liseli, ama her zamanki gibi böyle liseli olmaz da onu da yedik. Tamam dedik, yuttuk her zamanki gibi. Birde Bediş'in manyak bir dedesi vardı. Her bölüm iki kutu viagra içmiş gibi dolaşırdı. Son olarak da Bediş'in bitmek bilmeyen salak hayalleri. Oktay'la kah oradalar kah burada falan. Birde Bediş hareketi var tabii. Bu hanım kızımız sevinince parmak havada el bir aşağı bir yukarı "Heyo heyo" diye bağırırdı. Öküz.
Hey yavrum liseli!
Bizim Ev: Bir küçük kız, büyük bir abla, bir baba ve DAYI! Sanırım anlatmak için yeterli olmuştur. O dayı neydi öyle ya?! Bir kendi dayıma bakıyorum pehlivan gibi bir insan, bir de o dayıya bakıyorum mümkünatı yok yani. Adam iyilik meleği zaten. Tip desen tip, durum toparlama desen durum toparlama. Bir çoğumuz dayı sayesinde izledik bu dizi zaten. Sadece senelerce bu diziyi bir tane küçük kız var diye izledik. Meğersem onun ikizi de varmış aşağıda görünen veletin yani. Bir bu bir de ikizi oynuyormuş bölümleri. Şok! Neyse, anlatmıyorum vazgeçtim alın doya doya bakın dayıya.
Söylememe gerek yok sanırım, şu anda sağa bakıyorsunuz. Baba da David Coperfield gibi.
7th Heaven: Bu tam doksanlar olmayabilir ama yine Türkiye'de sadece ablamla ikimizin izlediğini varsaydım bir dizidir. Rahip bir adam, yedi tane çocuğu var. Olay onların etrafında geçiyor. Böyle deyince garip oldu biliyorum ama kimi mezheplerde rahipler evlenip çocuk sahibi olabiliyormuş.
Rahip değil, sanki taramalı tüfek.
Şarkılardan da uzun uzun bahsetmek isterdim ama sanırım üstüne çok muhabbet yapıldı ve hepiniz hatırlıyorsunuzdur. Bir kaç örnek vermek gerekirse, Yonca Evcimik-Bandıra Bandıra, Mustafa Sandal-Onun Arabası var, Serdar Ortaç-Kara Biberim, Çleik-Hercai. Ama tabii ki de kapanışımı muhteşem yapıp size bu şarkıyla veda ediyorum. Öpüldünüz!
Hayatım boyunca asla öğretmen olmak istemedim. Her zaman için sıkıcı bir iş olarak görmüşümdür. Kimse alınmasın ama sonuçta bu tercih meselesi. Benim de tercihim bu olmadı hiç bir zaman. Fakat kader ağlarını ördü. Dil bilmek potansiyel öğretmen olmak demekmiş, anladım. Kuzenlere ders vermekle başlayan bu serüven, ev sahibinin kızına ders verme, arkadaşın tanıdığına ders verme olarak karmaşık bir hikayeye dönüştü. İnsanlardaki ilk tepkiler "aa senin ingilizcen/ispanyolcan varsa bana ders versene!". Zamanında pedagojik formasyon almayarak meğersem ciddi bir zaman kazanmışım. Özel ders için kimsenin formasyon baktığı yok. Hoş zaten özel ders dışında öğretmenlik yapacağım da yok.
Öğretmenlikten kaçmamın başlıca sebebi çocuklardı. Hayatta veletlerle uğraşamam diyerek o kıyıya hiç yaklaşmadım. Bu yüzden öğrenci profilim olarak pembe kalemleri ile 30 yaş üstü kadınlar, heyecanlı ve bir o kadar da yaşlı öğrencilerim ile zevk alıyorum almasına da bazen kendimi hayır kurumu gibi de hissediyorum. Var olan düzende herkes dil bilmek zorunda evet haklısınız. Hele ki ikinci dil olsa kaymaklı ekmek kadayıfı olur. (Olsa da yesek!)
Ama arkadaşım ben de her önüme gelene kelime öğretmek, gramer tüyosu vermek zorunda değilim ki. O kadar bildiğim de söylenemez. Mesela bir gün kursta "Elma ne demek ispanyolca?" diye bir soru geldi, ben de öğrenciye baktım. O bana baktı ve ben de "Ben filoloji mezunu olduğum için ağır şeyler gördüm, basit şeyleri unuttum artık" diye sıçtığım boka tüy diktim. Ama yedi mi? Yedi :) Amerikan Kültür Derneğinde geçen bu olay en basitinden acizliğimi gösterir. Ben de ispanyol evladı değilim değil mi ama? Ama yetişkin gruplara ders vermek her zaman çok zevkli. Adam durdan çüşten anlıyor en basitinden. İki muhabbet oluyor sen de birşeyler öğreniyorsun. Tek zorluk anlama kıtlıkları sanırım. Yaş 40 olunca kafa algılamıyor tabii, kıyamam onlar da ne yapsın?
Manzana (Kelime de meymenetsiz bir şey!)
Sonuç olarak bu böyle bir başladı, tam başladı. Tipimde bir öğretmen hanım tipi var herhalde, gören dil öğret diyor. "Tamam ver parasını öğreteyim" derecesinde profesyonel bir öğretmen oldum artık. Bazı garibanlara da bedavadan kelime öğretiyorum artık. Misal şu anda çalıştığım ispanyol bir yazılım firmasında bir müdür beyefendiye ispanyolca öğretmeye başlıyorum (paralı tabii). Canıma com com. Plaza insanını size anlatmıştım, nereye para akıtsam derdinde bir familyadanlar zaten. Ben de kendi tezgahımı kurdum. İspanyol şirkette ispanyolca bilmemek olur mu hacı?! (Cümledeki espriyi bulunuz.) Ama şirketin şoförüne beleşten iki üç kelime öğretiyorum.
Buraya kadar sorun yok da yüzsüz öğrenciler sinirimi hoplatıyor. Ben 8 senemi ingilizceye 4 senemi de ispanyolcaya adamış bir insanım. Bana bu noktada saygı duyman lazım tabii ki. Ama duymazsan ve "Ben iki ayda herşeyi öğrenmek istiyorum" dersen ağzını burnunu kırarım. Ulen ben boşuna mı okudum bu kadar sene? Demek ki 2 ayda olacak iş değil, değil mi beybi? Bu tavırla gelen insana da eksik bilgi öğretiyorum aşçı misali. Bana ne, öğrenmesin pezevenk!
Sonuç olarak, oley işe başladım mezun oldum, part time işlere son diye sevinirken burada da buldu beni ders olayı.
Neyse diyeceğim o ki, ne diyordum lan ben? Heh, iyi hoş iş ilim irfan öğretmek tabii ki ama benim için Murphy kuralları işliyor bu konuda sanırım. Ben şimdi öğretmenlere laf ediyorum diye siz de bana laf edemezseniz. Sizin meslek kutsal da bizimki değil mi yani!? Hadi bakayım, vamos brother!
Kadın olmak kolay iş, makyaj yap. Tazele, ruju bozmadan gazoz iç, jartiyer giy, mini etek giy. Erkekler seksi kadın sever, 10 santim topuklu ayakkabı giy. Ama namuslu ol, göster ama elletme, evinin kadını çocuklarının anası ol. Yetmez. Master chef ol. Yetmez kariyer yap, devir destek devri, erkeğine yardım et. İş yerinde de tacizlere maruz kal, kendini koru. Sokakta laf atsınlar, sen gülümsemeye devam et. Hava buz gibi, eteğin eksik olmasın, opak çorap seni korur. Herşeyi tastamam yap ama kaynanan seni beğenmesin, onu dinle. Kocana birşey söyleme aman canı sıkılmasın şimdi. Çok sev aşık ol ama belli etme, kimse senin dırdırını çekemez. Erkekler beğensin diye giyin süslen, ama kokoş damgası ye, bakım yapma bu sefer erkek fatma muamelesi gör. Hepsini geçtim sen sakın ama sakın kadınlığını belli etme, mazallah toplum kısıtlar falan seni. Sen, sen olma en iyisi.
Erkek olmak zor iş. Erkeğin makyaj yapanı olmaz, uzun boylu erkek iyidir, ama kısa boylusu da karizmatiktir. Bıyıklı erkek daha seksidir, kimisi de kirli sakal hastası. Ne kadar kılın var o kadar erkeksin, ağda falan yasak zaten. Baba olmak çok basit, erkekliğe girmek zevk işi. Kadınlarla ne kadar gezersen o kadar iyi adamsın. Çocuklarına bakmak zorunda değilsin, para versen yeter. E kadınlar da çalışıyor artık, dadı parasını bile onlar veriyor. Her zaman evde yemeğin hazır olur. Evi temizlemek zorunda değilsin, hatta pasaklı olsan annen güler geçer. Kalk da bir süpürge yap demez.
Kadın olmak kolay iş. Önce babana hizmet edersin sonra kocana. Edilen yardımlar bir lütüftür sana. Doğurmak kolay iş, 9 ay 10 gün karnında taşırsın bebeğini. Doğumdan sonra depresyona girersin. Geceler boyu uyumazsın, kocan kalkmasa da olur. Doğurganlığın belli olsun diye her ay acılar içinde kıvranırsın. Yine de naz yapıyor olursun. Ne de olsa çektiğin acı birşey değil. Erkek olmak zor iş sadece işte çalışarak iyi değerleri hak etmek veya kötü davranışların da yakıştırıldığı bir varlık olmak çok zor iş çok.
Sen en iyisi iyi bir anne ol, çalış kariyer yap, sonra çok seksi ol ki aman kocan başka kadınlara gitmesin, namuslu ol artık annesin zaten. Bir de bunların hepsini yaparken lütfen kendi isteklerini dile getirme. Toplum erkekleri gazlamakla o kadar meşgul ki senin dırdırını kimse çekemez şekerim.
Merhaba canlar, cananlar,
Sonunda iyileştim toparlandım falan filan. Biraz yürümede sıkıntılar var gibi ama o da geçecek Allah'ın inayetiyle. Bu zaman zarfında tabii ki boş durmadım oturdum gözlemlerime devam ettim. Ben hasta sakat vaziyette evde camış gibi yemek yemekten başka bir şey yapmazken sevgili sevgilim okuluna başladı. Öğrenci evine geri dönüş yaptı. Tabii doğasına dönen bir boz ayı gibi hemen metabolizması eski haline döndü. Sınırsız PES turnuvalarına başlayıp beynine kan göndermemeye başladı. Sözde anlayışlı bir sevgili olarak kendisinin eğlence anlayışına saygı göstermek durumunda kalıyorum. Ama hiç bir insan evladı verilen tavizi düzgün kullanmadığı için kendileri sınırı aştı ve coştukça coştu. Tüm akşam telefonda konuşmamamıza rağmen her arama veya mesaj teşebbüsümde "ya oyun oynuyorum yeeaaa" tarzı serzenişlerde bulunuyordu. Ben durur muyum? Bu saatten sonra ben de "isyeeeeaaaaan" diyerek durmadım, durmam.
Taktik 1: Önce "oyununa aşırı saygı gösteriyorum" davranışları sergiledim. "Sen de haklısın kanka kadınlar hiç sizi anlamıyor" moduna girdim, ama yedi mi? Yemedi! Ben yumuşadıkça kendileri oyuna abandı. Gün içinde bir kere bile aramadı sormadı, üç saat aralıklarla "N'aber?" diyor ve cevabına bile bakmıyordu. Resmen sevgilimin beyin kıvrımları gözümün önünde yok olmaya başlamıştı. Ben de bu noktada içimdeki Hulk'u çıkarmaya karar verdim ama ancak bu çıktı.
Taktik 2: Olduğu kadar artık dedim ve "El mi yaman, bey mi yaman?" diyerek kavga çıkarttım. Susmadım, susturamadı. Kendisi için sigarayı bırakmış bir insan evladı olarak resmen dandik bir oyuna satılıyordum. Ben zevkimden ödün verirken kendisi hem benimle gram ilgilenmeyip hem de pişkin davranışlara devam ediyordu. Sigara içiyor olsam çay ve sigaranın dibine vuracağım ve böylece umurumda bile olmayacaktı. Gururuma yediremedim ve içemediğim sigaralardaki zehiri ona yedirtmeye karar verdim. Zira kendisine derdimi anlatamıyor her seferinde "aman kızlar da hep kavga çıkartıyor" diye tepki alıyordum. Farkında olmasa da kendisi beni kıyaslayarak ölümcül hatalardan birini yapıyordu. Hata üstüne hata, hatta faul üstüne faul yaparak sonunda kırmızı kartı hak etti. Sonuç olarak kendisine açıklama bile yapma gereği duymadan ölümcül blog yazımı tüm nefretimle yazıyorum.
Kendisi beni öğrenci evine davet etti, amaç 14 Şubatı beraber geçirmek, benim de ev sınırlarından çıkmayarak sıkılan cancağızımı düzeltmekti. Ama tabii ki öyle olmadı. Ben şu anda bu yazımı yazarken kendisi ev arakadaşı ile PES oynamaya devam ediyor. Ben de size yaptığım gözlemleri sunuyorum.
Benim için PES tanımı: 90 dakikayı 10 dakikaya sıkıştırarak çok zeki olduğunu zanneden bir programcı şunu fark ediyor; "Lan oğlum biz zamanında sokakta tek kale falan maç yapardık, büyüdük halı saha falan da kesmiyor. Malum hava şartlarından dışarı çıkılmıyor kış aylarında, ee napalım? Baba ben bunun oyununu yapayım hayvanlar gibi evde sokakta her yerde oynayalım. Nasıl???"
Cevap veriyorum: Like a shit!!!
Bu düşünce biçiminden yola çıkarak geliştirilen bir oyundur kendisi. Bu fikri seven futbol kulüpleri de dayıyor reklamları oyuna, kazandıkça taraftar kazanıyor, satışları arttıkça artıyor, geldiğimiz sonuç da bu oluyor; Durmadan PES oynayan ve bu oyunu satranç gibi zeka oyunu zanneden bir jenerasyon, bu sapkınlığı anlamlandıramayan kız kısmı. Kendi çapımda ben de oyun bağımlısı bir insan evladıyım. Hatta bağımlılık kazanmakta üstüme yoktur diyebilirim. Ama gel gör ki bunun bağımlılığını ve normal hayattan kopmayı veya en basitinden önem listesinde bu oyunun ilk sırayı çekmesini anlamıyorum anlamayacağım.
Ayrıca bana gelip de "Pes oynuyorum beş dakika sonra arayacağım" deyip beni üç saat telefonun başında dikersen veya senin o gerzek turnuvan benim dizimin en heyecanlı bölümünde biter ve beni "Naber aşkıııım?" diye ilgili sevgili ayaklarında arasan nolur biliyor musun? İşte ortaya bu yazı çıkar. Şimdi dağılın, yoksa topunuzu keserim!!!
Sevgili cankuşlar,
Bildiğiniz üzere geçen hafta bel fıtığı ameliyatı sebebiyle Okmeydanı Araştırma Hastanesine yatmış idim. Meğersem analiz yapmak için cennete düşmüşüm. Bel fıtığı veya Lomber Disk (kovalak!) hastalığına beyin cerrahisi baktığı için gençliğimin baharındaki bir haftamı beyni yarılmış teyzelerle geçirdim. Ailemizin refakatçısı annem de bana yarenlik etti. İnanılmaz maceralara yelken açtık.
1.GÜN: İlk gün yatak kapma telaşı ile saat 8'de hastaneye damladık. Fakat yatış yapmam gereken yataktaki hasta öğlen çıkış yaptığı için 5 saat koridorda bekledik. Zor da olsa yerleştik ve annem engin tecrübeleri ile 3. sınıf meyvesuyu ve büsküvilerimizi küflü paslı etejerimize yerleştirdi. İlk gün ortamımıza ayak uydurma derdi ile odadaki diğer dört hastanın hastalığını geçirdiği ameliyatları öğrenerek ilk tıbbi eğitimimize başladık. Daha sonra akşam kontrole gelen doktorlarımızla latince derslerimize de başlamış olduk. Odanın en genç hastası ben olarak tıp dünyasında ilgi odaği oldum diyebilirim. İlk gün analizim doktorlar ve türleri üstüneydi.
Doktorlar öncelikle hoca olmak üzerine ilgisiz bir tip olarak başlıyor. Hocanın tek görevi verilen briefleri dinlemek ve kafa sallamak, iyileştiğine karar verdiği hastalara da sadece "taburcu" deyip geçmek. Onun dışında kendisinin adı Suat olmakla beraber yaz tatilini doktorlar izleyerek geçiren bir gençlik olarak insan yakışıklı cerrahları hayal ediyor. Şöyle dalyan gibi doktorlar, Petek Dinçöz gibi hemşireler bekliyor. Ama gel gör ki hayal edilen bu;
Karşılaşılan bu;
Asistanlarını da düşününce Mehmet Aslan yerine nelerle karşılaştığımı tahmin edersiniz. Daha kıdemli olan asistanlar hasta hakkında bilgileri veriyorken çaylak modundakiler ise arkada not tutarak geziyorlar. Yazık lan, sen git altı sene oku sonra fino köpeği gibi dolaş. Sonra da asabiyet yap.
Ertesi gün ameliyat için beni yedeklere almayı uygun gördüler. Nasılsa fıtık gibi bir amele hastalığım var yedek oyuncu gibi olsam da önemli değil dediler. İstemedileeer istemedileeer, kavuşmamızı istemedileeeer...
2. GÜN: Tabii ki yedek oyuncu olarak bu maçta oynamama fırsat verilmedi. Onun yerine tüm gün beyni yarılmış teyzelerin pansumanlarını ve yedikleri serum ve iğneleri izleyerek bir gün geçirdim. İlk gün olduğu için moralim gerçekten yerindeydi. Özellikle psikopat asistanı izlemekle baya meşgul ettim kendimi. Kendileri iş dışında apaçi olmakla beraber, ben ne sorarsam sorayım götünü görmüş gibi sırıtan bir mahlukat. Ben gencim ve yürüyebiliyorum diye taburcu olana kadar kimse beni adam yerine koymadı zaten. Hastanedeki tek artım refakatçi yemeği yemek oldu. (Bol yağlı ve tuzlu) Günlük doktor kontrolümüzden ve hemşirelerin lazer tabanca ile ateşimizi ölçmesinin dışında yapılacak çok işimiz yoktu. Odada gözlemlediğim üzere refakatçılar da kendi içinde ayrılıyordu. Kimileri ilk tecrübesi olduğundan mütevellit ürkek, çekingen ve tecrübesizlikleriyle hastayı mundar ettiler. Kimileri annem gibi doğuştan refakatçı ve hasta çişim gelmedi demeden tuvalete götüren insanüstü varlıklar. En berbatları ise yüzsüz hasta ve hasta yakınları. Memleketi Ağrı olan bir hasta ile yaşadığımız bu tecrübe ile gözlerimize inanamadık. Beyin kanaması geçiren teyzenin başında sabah yediden akşam ona kadar yirmi kişi refakatçı durdu. İlk gün biz özele gideceğiz zaten diyen teyzem en son Şişli Etfal Hastanesinde anjuyosunu olup geri geldi. Doktoru da İbrahim Tatlısesin doktoruymuş. Vay babam vay! Nereden kurtarsam durumları sergiliyor, ulen sen ölmüşsün, sus! Kim damarını deldiyse deldi. Ama yine de devlet hastanesinde kaldılar ve yirmi kişiye de refakatçı yemeği almayı başardılar. Sayelerinde de bir hafta latince dersinin yanında kürtçe dersi de almış olduk.
3. GÜN: Üçüncü gün listeye girmeyi başardım ama gün geçmiyor ki biri trafik kazası geçirmesin, beyni gözü patlamasın. sıra gelmiyor da gelmiyor. Kendimi vurdum Vogue dergisine, vurdum Elif Şafak'a. Allahım rahat yok ki hastanede. İki dergi okuyorum, doktor geliyor "sen iyileştin galiba" diyor, hemşire geliyor "dergini bana da versene" diyor. Resmen beni arkadaş olarak tutacaklar hastanede ama kesmeye gelince neşterini sakınıyorlar. Gelene geçene lafımı sokmaya, samimiyetimi arttırmaya başladım. Ameliyatta narkozlu neler olacağını düşünmeden kakara kikiri coştum. O gün de ortada kaldım sonuç olarak ve haftasonu hastaneye tıkılı kalmış oldum.
HAFTASONU: Anneme "ben gayrı duramam, tiyatroya gidiyorum." dedim ve annemi rehin bırakarak bileğimde yatılı hasta yazan bilekliğim ile Kadıköy semalarına süzüldüm. Kaçak hasta tadında fıtığımı son kez havalandırdım geldim. Pazar günü de annemi saldım dışarı, gez anacım gez dedim.
6. GÜN: Ve sonunda kader zillerini çaldı, ağlarını ördü ve uzun uzuuun beklemelerden sonra akşam üçte ameliyat sıram geldi. Önce hemşireciğim cesaret iğnesi yaptı. Beni soydular ve kefene soktular. Ben bir ceylan gibi tirtir titriyordum. Daha dün naber lan dediğim gıcık dediğim adam beni beş dakika sonra kesecek biçecek. İnsan nasıl tırsmasın Ya Rab! Son ana kadar sedyede sırıtarak ben daha ölmedim uleyn! naraları attım da attım. Anneciğimden, ablamdan ve sevdiceğimden beni koparıp o soğuk odaya soktular. Vurdular narkozu ve "duyduğun son acı bu olacak" dediler.
Ama o aşiftenin dediği gibi olmadı ve kendimi müthiş bir acıyle ağlarken sedyede yan dönmüş, üstüm başım kan içinde buldum. Vurun ağrı kesicileri dedim de dinletemedim. O nedir aga?! Tüm kadroya bildiğim tüm küfürleri salladım. (Narkozlu olduğum için hatırlamıyorum ama iyi olmuş.) Uyanayım diye beni buz gibi odalara koymuşlar. Böbreğimi delmişler. Ay anam vay anam!!! Tüm asistanları başıma topladım, sol bacağımı hissetmiyorum bak ters bir şey olmasın dedim ama dinletemedim. Meğersem narkoz iyi kafa yapıyormuş hacı! Yemişim vodkayı, viskiyi. Ertesi günü de evime çıktım ve şimdi dikişlerimin kaynamasını bekliyorum. Hastane günleri boyunca aldığım latince ve din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri ile bambaşka bir insan oldum. Amma ve lakin tüm teyzelerin dediği gibi;