Sonu olmayan bir boşluk,içine rasgele veya bilinçli yerleştirilmiş
değişik özelliklere sahip taştan toplar,topların üzerinde belli
koşullara bağlı olarak belli süre yaşayan varlıklar,varlıkların içinde
sağlanan koşullara bağlı olarak var olan daha küçük varlıklar,ve bu
büyük sistemin içinde kendine bir sebep arayan koşullardan fazlasını
isteyen varlıklar.. İnsan denilen varlığın aslında bir sistemdeki olması
gereken ögeler olduğunu bir an için düşünmeyelim. Belli bir bilince
ulaşıp kendimize belli etik,sosyal,dini,hayali kurallar koyuyoruz. Ruh
denilen içgüdü veya ideanın da ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyoruz.
Belli bir zamanda olmasını bekliyoruz. İçinde bulunduğumuz büyük sistemi
düşünürsek aslında zaman kavramı yok. Sebebi açıklanamayan bir şekilde
oluşan bu sistemde gezegenler, güneş sistemi, yıldız takımları,
dünyadaki ekolojik sistem, böcekler,veya herhangi bir doğa olayı fiziki
düzende işlemeye devam ediyor.
En azından bizim bildiğimiz
kadarıyla güneş sistemindeki bilince sahip olan tek varlıklar biziz.
Bilinç sayesinde bir takım korkular istekler ediniyoruz kendimize. Ama
doğadaki hiç bir canlının böyle bir isteği yok. Çünkü bitki suyu veya
güneşi bulamayacağı için korkmuyor,korkularının olmadığı bu varlıklar
dış etken olmadığı doğada sistemin kuralları içinde varlıklarını
sürdürüyor. Biz ise evrene güvenmiyoruz,yarattığımız sistemler içinde
ihtiyacımız olanları kısıtlıyor veya dengeyi bozarak bazılarının ihtiyaç
fazlası kazanmasını bazılarının ihtiyaçlarının altında bir hayat
sürmesine sebep oluyoruz. Bunu erken yaşlarda öğrenen bizler
korkularımızı,isteklerimizi buna göre inşa ediyoruz. Evrene karşı
geldiğimizi bilerek onun isteklerimizi karşılayamayacağını düşünüyoruz.
Hiç bir varlık kendi kurduğu sistemin içinde bizim kadar boğulmuyor.
Bizim de bu sistemden alacağımız bir kaç yemek,biraz su ve bir
barınaktan başkası değil ama asıl patron olan evrene karşı gelerek ona
hakim olmak istiyoruz. Bunun sonucu olarak kurduğumuz her sistem belli
bir zamanda yıkılıyor. Evren kızgınlığını ihtiyaçlarımızı vermeyerek ya
da sırrını anlamamamızı sağlayarak gösteriyor. Sistemlerimizin içinde
boğulurken yaptıklarımızı unutarak evrene isyan ediyor ve varlığımıza
yeterli bir sebep arıyoruz. Aslında bu sistemde bir şekilde varlığını
devam ettiren biyolojik canlılarız,ve bu evrenin ne kadar para
kazandığımız,hangi dine mensup olduğumuz,veya hangi siyasi sisteme
güvendiğimiz umrunda değil. Doğrusu umursayacak bir bilince de sahip
değil. Bir ceylan veya bir sivrisinek bu dünyadan ne alıyorsa bizim de
ondan fazlasını alma gibi bir şansımız yok. Zaten bunu anlamaktan korkan
biz insanlar kendimize manevi sebepler sunuyoruz ve bunu öyle bir
sistemin içine yerleştiriyoruz ki herkesin inanmasını sağlıyoruz.
Kurduğumuz sistemin dışına çıkanları ya bir şekilde toplumdan dışlıyor
ya da ona yeni korkular hediye ediyoruz. Sadece fiziki kurallara bağlı
olan evrene anlam yükleyerek ne kadar önemli olduğumuzu hissetmek
istiyoruz. Kendimizi bir yalanın içinde mutlu etmeye çalışıyoruz.
Toplumun
üzerimize kurduğu baskıyla edindiğimiz tabularımızı yıkıp kabuğunuzdan
çıkarsanız ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Belli kurallar
dahilinde işleyen evrenin sisteminde aslında bir böcekle eşit
seviyedeyiz. Düşünme yetisine sahip olmamız bu gerçeği değiştirmez.
Evren bildiğiniz bütün sistemlerden daha güçlü ve ondan ne istersek
alacağımızı korkularınızı içinizden atarak düşünün. Herşeyden önce
evrene güvenin ve doğanın onun sistemine karışmadan yanınızda olduğunu
hissedin. Milyonlarca yıllık evrende geçireceğiniz 70 yılın hiç bir
önemi yok. Siz de sadece altı milyar insandan birisiniz. Onlardan daha
özel olduğunuzu hisettiğinizi biliyorum. Bu sizi mutlu ediyorsa inanmaya
devam edin. Ama evrende asıl önemli olan temel ihtiyaçlarınızı eksiksik
karşılamanız ve zamanınızı doldurup yerinizi başkasına bırakmanız. Bu
yüzden kurduğunuz sistemdeki inançların,isteklerin bir önemi olmadığını
farkederek hayattan yeterince zevk almaya ve mutlu olmak için evreni
mutlu etmeye çalışın.Unutmayın ki evrene ne verirseniz karşılığında onu
alırsınız; seçim size kalmış,isterseniz korku,isterseniz aşk,isterseniz
nefret verin. Bilinci olmayan evren karşılığınızı doğru zamanda size
sunacaktır. Kurduğunuz sisteme geri dönün veya yeni bir bakış açısına
sahip olun. Ama gerçek hiç bir zaman değişmeyecektir.
Ben Tekim
29 Mayıs 2009
19 Aralık 2011 Pazartesi
Yeni Tür: Plaza İnsanı
Sevgili canlar,
Yeni işime başladım. Tabisi sizi de unutmadım. Sizin için yepisyeni gözlemler yaptım ve yeni bir tür keşfettim. Plaza insanları! Onlar aramızda, onlar İstanbul'da her yerde. Hepsinden öte onlar benim iş arkadaşlarım. Yeni mezun bir insan evladı olarak gördüğüm en lüks mekan benim için Starbucks. Onu da ayda bir kendime bir chai tea latte hediye ettiğimde görürüm. Geçen hafta ofisin açılmasıyla kadro tanışmış oldu. Hepsi çok iyi insanlar, amma ve lakin hepsi de kallavi insanlar. Bu tip insanı kadın erkek olarak ayırmaya çok gerek yok aslında. Genel olarak ortak özellikleri göstermekteler.
Öncelikle yeni mezun ben sazer olarak ofisin maskotu olmak üzereyim. Her cümleye "biz de senin yaşındayken......." diye başlamaları beni ifrit etse de en azından iyi niyetliler. Çünkü rekabetin dibine vurulmuş plaza semalarında en zararsız eleman benim. Alt tarafı asistanım. Gerçi görevim de tartışılır. Normal ofiste sekreter olacakken plazada asistan oluveriyorsun. Ey lobisini yediğim 30 katlı binalaaaar!
Ortak payda olarak hepsi kesinlikle spor salonuna gidiyor. Ne kadar kalori yaktıklarını, ne kadar protein alacaklarını hesap edip duruyorlar. Gel gör ki alacakları primi bu kadar hesaplamazlar. Anasının karnından plazaya pörtlemiş gibi alışkınlar spor salonlarına. Havuz ve koşu bandı muhabbetleri havada uçuşuyor. Öğle yemeklerine gelince lanet olası Astoria'da tek benim kalemim Burger King. Diğerleri yok italyan sofrası, yok kayseri mantısı. Nerede sosyetik zamazingo var öyle şeyler. Bir çorbacı var, çorba 8 lira. Aboooov! Taksimdeki laleli işkembecisinin gözünü seveyim. Neyse plaza insanı dediğin protein günü değilse 10 liraya salata yiyen bir insan zaten.
Her yemekten sonra istikrarlı olarak bir mağazaya da gidip bakıyorlar. Bugünkü parfümcü deneyimimizden sonra artık diyecek laf bulamadım ki sizle paylaşmayı görev bilirim. Hermes, Chanel, Amor Amor parfümlerini kokladııık kokladık. Dedim ne menem şeydir bu, fiyatları nedir dedim. Demez olaydım. 100 cc'si 250 lira. Neeöööyyy? Dayanamadım sordum co-worker'larıma; "Cidden bu kadar para vermiyorsunuz dimi?" Onlar da bütün samimiyetleriyle " Ema değeeeer!" dediler. Sustum ve bulduğum Chanel Tender parfümünün numunesini boca ettim koluma. "Sık kızım sık, görüp göreceğin bu" dedim kendime.
Onlar için herşeyin bir ingilizcesi var. Mesela cumartesi öğlene kadar hayvanlar gibi uyuyup öğleden sonra kahvaltı edip akşam öğle yemeği yemek gece de akşam yemeği yemek diye bir düzen vardır öğrenciler arasında. Biz buna evde yayılmak deriz onlar "yarın bize brucha gelsene" derler.
Kendi orjinal şahsiyetim ile artık atarlanarak normal insan olmalarını teşvik ediyorum. "Ben rock bar bilirim, hamburger yerim, kalkıp burada yemek yiyip bu kadar para veremem, sporu canım isterse yaparım ama mütemadiyen hayvanlar gibi cips çerez yer, evde film indirir izlerim" dedim. Bana bunlarla gelmesinler.
Yani velhasıl paranın değiştirdiği en önemli şey alışkanlıklarmış. Ondan ötesi geçmişini unutmakmış. Bu plaza insanları her çeşit üniversite ve şehirden çıkma olsalar da öğrencilikte nasıl bir hayvan olduklarını unutup kont/kontes oluverirler. Ama ben onlara da söylediğim gibi burada da söylüyorum. Ben zodyağın pijama burcuna yani yay burcuna mensup olan bir insanım. Yani onlar "plaza insanı" ise ben de "kot converse insanıyım". Plazayı parmağımlan ezerim. Bu böyle biline!
Yeni işime başladım. Tabisi sizi de unutmadım. Sizin için yepisyeni gözlemler yaptım ve yeni bir tür keşfettim. Plaza insanları! Onlar aramızda, onlar İstanbul'da her yerde. Hepsinden öte onlar benim iş arkadaşlarım. Yeni mezun bir insan evladı olarak gördüğüm en lüks mekan benim için Starbucks. Onu da ayda bir kendime bir chai tea latte hediye ettiğimde görürüm. Geçen hafta ofisin açılmasıyla kadro tanışmış oldu. Hepsi çok iyi insanlar, amma ve lakin hepsi de kallavi insanlar. Bu tip insanı kadın erkek olarak ayırmaya çok gerek yok aslında. Genel olarak ortak özellikleri göstermekteler.
Öncelikle yeni mezun ben sazer olarak ofisin maskotu olmak üzereyim. Her cümleye "biz de senin yaşındayken......." diye başlamaları beni ifrit etse de en azından iyi niyetliler. Çünkü rekabetin dibine vurulmuş plaza semalarında en zararsız eleman benim. Alt tarafı asistanım. Gerçi görevim de tartışılır. Normal ofiste sekreter olacakken plazada asistan oluveriyorsun. Ey lobisini yediğim 30 katlı binalaaaar!
Ortak payda olarak hepsi kesinlikle spor salonuna gidiyor. Ne kadar kalori yaktıklarını, ne kadar protein alacaklarını hesap edip duruyorlar. Gel gör ki alacakları primi bu kadar hesaplamazlar. Anasının karnından plazaya pörtlemiş gibi alışkınlar spor salonlarına. Havuz ve koşu bandı muhabbetleri havada uçuşuyor. Öğle yemeklerine gelince lanet olası Astoria'da tek benim kalemim Burger King. Diğerleri yok italyan sofrası, yok kayseri mantısı. Nerede sosyetik zamazingo var öyle şeyler. Bir çorbacı var, çorba 8 lira. Aboooov! Taksimdeki laleli işkembecisinin gözünü seveyim. Neyse plaza insanı dediğin protein günü değilse 10 liraya salata yiyen bir insan zaten.
Her yemekten sonra istikrarlı olarak bir mağazaya da gidip bakıyorlar. Bugünkü parfümcü deneyimimizden sonra artık diyecek laf bulamadım ki sizle paylaşmayı görev bilirim. Hermes, Chanel, Amor Amor parfümlerini kokladııık kokladık. Dedim ne menem şeydir bu, fiyatları nedir dedim. Demez olaydım. 100 cc'si 250 lira. Neeöööyyy? Dayanamadım sordum co-worker'larıma; "Cidden bu kadar para vermiyorsunuz dimi?" Onlar da bütün samimiyetleriyle " Ema değeeeer!" dediler. Sustum ve bulduğum Chanel Tender parfümünün numunesini boca ettim koluma. "Sık kızım sık, görüp göreceğin bu" dedim kendime.
Onlar için herşeyin bir ingilizcesi var. Mesela cumartesi öğlene kadar hayvanlar gibi uyuyup öğleden sonra kahvaltı edip akşam öğle yemeği yemek gece de akşam yemeği yemek diye bir düzen vardır öğrenciler arasında. Biz buna evde yayılmak deriz onlar "yarın bize brucha gelsene" derler.
Kendi orjinal şahsiyetim ile artık atarlanarak normal insan olmalarını teşvik ediyorum. "Ben rock bar bilirim, hamburger yerim, kalkıp burada yemek yiyip bu kadar para veremem, sporu canım isterse yaparım ama mütemadiyen hayvanlar gibi cips çerez yer, evde film indirir izlerim" dedim. Bana bunlarla gelmesinler.
Yani velhasıl paranın değiştirdiği en önemli şey alışkanlıklarmış. Ondan ötesi geçmişini unutmakmış. Bu plaza insanları her çeşit üniversite ve şehirden çıkma olsalar da öğrencilikte nasıl bir hayvan olduklarını unutup kont/kontes oluverirler. Ama ben onlara da söylediğim gibi burada da söylüyorum. Ben zodyağın pijama burcuna yani yay burcuna mensup olan bir insanım. Yani onlar "plaza insanı" ise ben de "kot converse insanıyım". Plazayı parmağımlan ezerim. Bu böyle biline!
3 Aralık 2011 Cumartesi
Çılgın Emlakçılar ve Sanrıları
Merhaba sayın seyirciler. Siz beni özlediniz mi bilmiyorum ama ben yazı yazmayı deli gibi özledim uleyn! Bu yazımda neden sizlerden ayrı kaldığımı anlatmak istedim. Çünkü bu dönemde bazılarımızın hayatta maruz kaldığı emlakçı familyasıyla içli dışlı oldum ve analizin dibine vurdum a dostlar.
Uzun zamandır beklediğim iş sonunda oldu. Bunun üzerine anadolunun bağrından kopup İstanbul'uma kavuşmak üzere yollara döküldüm. Amma ve lakin bu tozlu topraklı yeri geldi mi tezek kokulu yollardan yürümek kolay değildi. Ev aramak en önemli sorun olduğu için önce oradan başladık sevdiceğim ile. Kasım ayında ev arayacaklar varsa vazgeçin. Kışın evlenmeyi düşününler varsa laf bile söylemiyorum zaten. Yaz ayları göç mevsimi olduğundan mütevellit kışa hiç mi hiç ev kalmıyor. Kalan evler ise ev değil. Bu zor şartlar altında sokaklara döküldük. Önce internetten ev aramaya başladık. Emindik ki kolayca ev bulacağız. Fındıklı Mahallesi ile bu ilk devrede tanıştık.Böylece ilk kategorideki emlakçımızı tanımış olduk;
Varoş Emlakçı: Gecekonduların arasına kondurulan süper binaları ucuz kiraları ile nette görünce bir an şok olabilirsiniz. Belki İstanbul'da da böyle yerler vardır diyebilirsiniz. Ama populasyonun apaçi kaynadığı ve gecekondu sayısının yeni binalardan kat kat fazla olduğunu görmek sizi sert zemine yapıştırır. Biz de aynen bu umutla gidip Fındıklının asfaltına yapışıp beynimizi orada bıraktık. Emlakçı ise mahallesini seviyor garibim. Buradan karşıya geçersin çok kolay mahalle çok güzel diye zırvaladı da zırvaladı. Ama şu gerçeğin farkında değil; o leş gibi sigara ve kusmuk kokan arabasında hangi cehenneme gittiğini her müşterisi merak eder. Ben şahsen sorunun cevabını bile öğrenmek istemedim. Mahalleyi gördükten sonra eve baktığımız bile söylenemez.
Hayalperest Emlakçı: Daha sonra eski emlakçımı arayarak ondan yardım istedim. (Gerçi kendisinin daha sonra emlakçı dükkanını kapatıp kuaför olduğunu öğrendim?!) Bana beş dakika sonra geri dönerek 500 liraya Mecidiyeköy'ün göbeğinde ev bulduğunu söyledi. Bu kadar da şanslı olmadığımı bilmeme rağmen hırs gözümü bürümüştü ve koşarak gittik. Ama evi tarif etmeye dilim bile varmıyor. Kurbanlık hayvanları bağlasan durmaz yeminlen. Ne salon var, ne mutfak ne banyo. Balkonun bir kısmını kapatıp sadece lavabo koymuşlar, o da derviş osuruğu yemiş gibi besmeleyle duruyor ve buna mutfak diyorlar. Banyo tuvalet cafelerdekinden berbat. Akıl almayan şey emlakçıların bu evlere rağmen "bir badana olur, bilmem neresi olur hemen oturursunuz, böyle ev bulamazsınız." demeleri. Evet öyle berbat evleri arasan bulamazsın. Yahu eşek herifin damadı övdükçe övüyorsun bu evi de sana para versem oturmazsın. Ne yapsın o da malı satmaya çalışıyor. Ama müşteriyi de enayi yerine koymak olmaz olamaz imkansız benimsin adamım.
Karadenizli Emlakçı: Buradan ümidimizi kesince kara biberim ile pasaj pasaj sokak sokak dolaşarak rasgele emlakçı aramaya başladık. İnternetten de aramaya devam ediyorduk ama durumumuz içler acısıydı. Güzel evler 1.200 TL'den başlıyor. Ucuz evlerse ilk örnekte anlattığım gibi. Artık akşam vakti oldu ve rasgele bir pasaja girip emlakçının ilanlarına bakmaya başladık ki sinsice bir adam bize sokuldu. "Abi emlak mı bakıyorsunuz?" Birbirimize bakıp evet dedik ama adam nereden bitti öyle hala bir muamma. Ben size yardımcı olayım diyerekten bir ajandadan ev listesine falan bakmaya başladı. Anladık ki kaçak emlakçı arkadaşımız emlakçıların önünde soteye yatıyor. Allahım ne insanlar var şu dünyada?! Neyse denize düşen yılana sarılır hesabı sözleştik yarın için, gün geldi buluştuk. Polat Alemdar tipli bir abimizle geldi bu adam. Yarim de hemen 155'i aradı ki başımıza bir hal gelirse arayalım diye. Bu güven dolu ortamda sanayi mahallesine soktular bizi. Navigasyondan nerede olduğumuza bakıyorum, ağlayacağım geliyor. Evi de bilmiyorlar ara ara ancak bulduk ama oradan benim işe gitmem için cinsiyet değiştirmem lazım. Karadenizli bu arkadaşlarımızın en belirgin özellikleri malını satmak için seni değil ev sahibini her türlü oynatması. Bu Polat abimiz de ev sahibine benim memur olduğumu atamamı beklediğimi söyledi mesela. Özel şirket güven teşkil etmiyormuş(!)
Kibar Emlakçı: Tüm bu saçma olaylardan sonra internetten görebileceğimiz en sağlam evi gördük ve tutulmaması için evrene yalvararak evi sorduk. Evet ev boştu ve Kanyon AVM'nin dibindeydi. Fiyatı da ne çok pahalı ne de "bunda bi bok vardır" dedirtecek kadar ucuzdu. Emlakçı gayet kibar sanki ev pazarlamıyor da kendi şirketinde CEO'ymuşçasına bir türkçe ile takılıyor. Neyse eve baktık falan ev tamamdır zaten. Bir de öğrendim ki ev sahibim de bu emlakçıymış meğersem. Gerçi ortağım var ayağına komisyonun yarısını da cukkaladı. Üst katta oturuyor olması da beni biraz işkillendirdi ama bu çaresizlik içinde onu düşünecek değildim. Sevdiceğimle beyin fırtınası yaptıktan sonra hemen tutmaya karar verdik. Emlakçıya kibar dememim sebebi tabii ki türkçesinin düzgün olmasından değil, bana hala "Hanım" diye hitap ediyor olmasından. (ego, gurur, ego, gurur)
Sonuç olarak bu uzun süreçte içi bomboş olan bir evim vardı ve sabahını akşamına katarak bana maddi ve manevi destek olan sevgili sevgilim sayesinde şimdi minik ve içi dopdolu bir evim var. Sonsuz emek ve iyiliklerinden dolayı bu yazımı ona ithaf ediyorum. Özellikle de Bayrampaşa IKEA'dan taşıdığı eşyalar ile sayemde IKEA'nın kapısından bile girmek istemiyor ama IKEA evimizin herşeyi! :)
Uzun zamandır beklediğim iş sonunda oldu. Bunun üzerine anadolunun bağrından kopup İstanbul'uma kavuşmak üzere yollara döküldüm. Amma ve lakin bu tozlu topraklı yeri geldi mi tezek kokulu yollardan yürümek kolay değildi. Ev aramak en önemli sorun olduğu için önce oradan başladık sevdiceğim ile. Kasım ayında ev arayacaklar varsa vazgeçin. Kışın evlenmeyi düşününler varsa laf bile söylemiyorum zaten. Yaz ayları göç mevsimi olduğundan mütevellit kışa hiç mi hiç ev kalmıyor. Kalan evler ise ev değil. Bu zor şartlar altında sokaklara döküldük. Önce internetten ev aramaya başladık. Emindik ki kolayca ev bulacağız. Fındıklı Mahallesi ile bu ilk devrede tanıştık.Böylece ilk kategorideki emlakçımızı tanımış olduk;
Varoş Emlakçı: Gecekonduların arasına kondurulan süper binaları ucuz kiraları ile nette görünce bir an şok olabilirsiniz. Belki İstanbul'da da böyle yerler vardır diyebilirsiniz. Ama populasyonun apaçi kaynadığı ve gecekondu sayısının yeni binalardan kat kat fazla olduğunu görmek sizi sert zemine yapıştırır. Biz de aynen bu umutla gidip Fındıklının asfaltına yapışıp beynimizi orada bıraktık. Emlakçı ise mahallesini seviyor garibim. Buradan karşıya geçersin çok kolay mahalle çok güzel diye zırvaladı da zırvaladı. Ama şu gerçeğin farkında değil; o leş gibi sigara ve kusmuk kokan arabasında hangi cehenneme gittiğini her müşterisi merak eder. Ben şahsen sorunun cevabını bile öğrenmek istemedim. Mahalleyi gördükten sonra eve baktığımız bile söylenemez.
Hayalperest Emlakçı: Daha sonra eski emlakçımı arayarak ondan yardım istedim. (Gerçi kendisinin daha sonra emlakçı dükkanını kapatıp kuaför olduğunu öğrendim?!) Bana beş dakika sonra geri dönerek 500 liraya Mecidiyeköy'ün göbeğinde ev bulduğunu söyledi. Bu kadar da şanslı olmadığımı bilmeme rağmen hırs gözümü bürümüştü ve koşarak gittik. Ama evi tarif etmeye dilim bile varmıyor. Kurbanlık hayvanları bağlasan durmaz yeminlen. Ne salon var, ne mutfak ne banyo. Balkonun bir kısmını kapatıp sadece lavabo koymuşlar, o da derviş osuruğu yemiş gibi besmeleyle duruyor ve buna mutfak diyorlar. Banyo tuvalet cafelerdekinden berbat. Akıl almayan şey emlakçıların bu evlere rağmen "bir badana olur, bilmem neresi olur hemen oturursunuz, böyle ev bulamazsınız." demeleri. Evet öyle berbat evleri arasan bulamazsın. Yahu eşek herifin damadı övdükçe övüyorsun bu evi de sana para versem oturmazsın. Ne yapsın o da malı satmaya çalışıyor. Ama müşteriyi de enayi yerine koymak olmaz olamaz imkansız benimsin adamım.
Karadenizli Emlakçı: Buradan ümidimizi kesince kara biberim ile pasaj pasaj sokak sokak dolaşarak rasgele emlakçı aramaya başladık. İnternetten de aramaya devam ediyorduk ama durumumuz içler acısıydı. Güzel evler 1.200 TL'den başlıyor. Ucuz evlerse ilk örnekte anlattığım gibi. Artık akşam vakti oldu ve rasgele bir pasaja girip emlakçının ilanlarına bakmaya başladık ki sinsice bir adam bize sokuldu. "Abi emlak mı bakıyorsunuz?" Birbirimize bakıp evet dedik ama adam nereden bitti öyle hala bir muamma. Ben size yardımcı olayım diyerekten bir ajandadan ev listesine falan bakmaya başladı. Anladık ki kaçak emlakçı arkadaşımız emlakçıların önünde soteye yatıyor. Allahım ne insanlar var şu dünyada?! Neyse denize düşen yılana sarılır hesabı sözleştik yarın için, gün geldi buluştuk. Polat Alemdar tipli bir abimizle geldi bu adam. Yarim de hemen 155'i aradı ki başımıza bir hal gelirse arayalım diye. Bu güven dolu ortamda sanayi mahallesine soktular bizi. Navigasyondan nerede olduğumuza bakıyorum, ağlayacağım geliyor. Evi de bilmiyorlar ara ara ancak bulduk ama oradan benim işe gitmem için cinsiyet değiştirmem lazım. Karadenizli bu arkadaşlarımızın en belirgin özellikleri malını satmak için seni değil ev sahibini her türlü oynatması. Bu Polat abimiz de ev sahibine benim memur olduğumu atamamı beklediğimi söyledi mesela. Özel şirket güven teşkil etmiyormuş(!)
Kibar Emlakçı: Tüm bu saçma olaylardan sonra internetten görebileceğimiz en sağlam evi gördük ve tutulmaması için evrene yalvararak evi sorduk. Evet ev boştu ve Kanyon AVM'nin dibindeydi. Fiyatı da ne çok pahalı ne de "bunda bi bok vardır" dedirtecek kadar ucuzdu. Emlakçı gayet kibar sanki ev pazarlamıyor da kendi şirketinde CEO'ymuşçasına bir türkçe ile takılıyor. Neyse eve baktık falan ev tamamdır zaten. Bir de öğrendim ki ev sahibim de bu emlakçıymış meğersem. Gerçi ortağım var ayağına komisyonun yarısını da cukkaladı. Üst katta oturuyor olması da beni biraz işkillendirdi ama bu çaresizlik içinde onu düşünecek değildim. Sevdiceğimle beyin fırtınası yaptıktan sonra hemen tutmaya karar verdik. Emlakçıya kibar dememim sebebi tabii ki türkçesinin düzgün olmasından değil, bana hala "Hanım" diye hitap ediyor olmasından. (ego, gurur, ego, gurur)
Sonuç olarak bu uzun süreçte içi bomboş olan bir evim vardı ve sabahını akşamına katarak bana maddi ve manevi destek olan sevgili sevgilim sayesinde şimdi minik ve içi dopdolu bir evim var. Sonsuz emek ve iyiliklerinden dolayı bu yazımı ona ithaf ediyorum. Özellikle de Bayrampaşa IKEA'dan taşıdığı eşyalar ile sayemde IKEA'nın kapısından bile girmek istemiyor ama IKEA evimizin herşeyi! :)
23 Ekim 2011 Pazar
Kalbim Van'da Atıyor
Güne acı bir haberle başlamak kadar kötüsü yoktur. Üstünüze siner bütün laneti, pis kokusu.. Kaçmak istedikçe karşınıza çıkar televizyonda, internette ve mahalle muhabbetlerinde. Normal hayatımızda seyir eden benliğimiz sarsılır ve aklımıza gelmeyen sorular gelir böyle anlarda. İlk aklımıza gelen de ne kadar insan olduğumuzdur. Van'dan gelen yıkıcı haber ile herkesin birşeyler yapmaya çalışması, halkın kenetleniyor oluşu görülmeye değer elbette. Peki ya karşıt fikirli olanlar?
Biz bir yerlerde birşeylerimizi kaybettik. Evet, insanlıktan çıktık. "Sen" ve "ben" yaptık herkesi. "Biz" demek bu zor zamanlarda bile ağır gelir oldu. Biz insanlığımızı gömdük çok eskilere. O kadar kendimizi kaybettik ki bir doğal afetin doğanın cezası olduğuna inandırdık kendimizi. Doğa kimseyi cezalandırmaz oysa ki. Öyle bir misyonu yoktur ve olmayacak da. Bu ancak düşünmeye üşenen beyinlerin ürünü olacaktır. Doğa bize herşeyini verecek kadar cömerttir ama bazen verdiklerini de almak ister. Kaldı ki deprem kadar doğal olan coğrafik bir olayı ilahi adalete bağlıyor olmak toplumca intiharın eşiğinde olduğumuzu gösterir.
Bunları iddia edenlere soruyorum. Sen aileni seçme hakkına bile sahip olmayan bir aciz olarak nasıl iddia edersin kendinin üstün olduğunu? Biz derdi tasası olmayan kesim belki bir kürt kızı olacaktık, belki de İspanya'da yanan yahudi bir aile. İnsan insandır. Biz değil miyiz ki bir hayvana bile hasta olduğunda yardım eden? Peki kendi kanımızdan olan, aynı toprakları paylaştığımız bu halka nasıl sırt çevirdik? Felaketin iyi olduğunu iddia eden zihniyet ile dağa çıkan zihniyet aynıdır benim için. Sen de faşistsin o da.. Tek bir inanca bağlı kalıp tüm yahudileri yakmak gibi Hitlerciliktir bu.
Hiç bir siyasi görüşe bağlı değilim ve olmayacağım da. Sırf böyle yozlaşmamak adına. Sen kan döküp adalet ararken, gırtlak gırtlağa kavga ederken ben barış için, insanlık için sokaklarda olacağım. Ayrımı yapan sensin ve karşılık alan da sensin. Nasıl ki doğuda masum olduğu için şehitlere üzülüyorsak, şimdi de masum halka yardım etme sırası. Ölenin ardından ancak üzülebiliriz. Ama yaşayan ve yardıma muhtaç olan için sadece üzülmek yetmez. Bir yardım da sen göndereceksin. Evet, bunu yapmak zorundasın. Çünkü empati kurmak zorundasın. Yarın aynı felaketi sen yaşadığında biz sana da yardım edeceğiz faşist olduğunu bile bile. Sen insanlığını hangi cehenneme gömdüysen vicdan azabı ile çıkaracaksın onu oradan.
Biz aptal bir milletiz. Çünkü dış güçlere inanıp içimizdeki gücü bıraktık. O kadar aptalız ki siyaseti hayatımıza katar olduk. Politikacıların senin ruhun duymazken çevirdiği planları yok sayıp gerçek bildik bazı doğruları. Sen onlara inanmaya devam et. Ama bizim bir değil binlerce kardeşimiz var, binlerce anamız, binlerce dedemiz var. Ve bizim kalbimiz nerede ihtiyacı olan varsa orada atıyor. Biliyoruz ki bu koca yürekler de biz düştüğümüzde atacak, bize yardım için koşacak. Ama sen hangi yüzle yardım isteyeceksin? Başına birşey gelmez mi sanıyorsun? Doğuda şehit olan gençler, enkazda ölen çocuklar yarın öleceğim diyor muydu sence? 70 sene kadar kısa bir zaman bu dünyada yaşayacak olan bizler, sadece kavga edip ölünce elimize ne geçecek? Burada insan olamadıktan sonra, herkesin eşit yaşamasını istemedikten sonra varlığımızın ne anlamı var? Ben sana söyleyeyim mi? Koca bir HİÇ!
Sen en iyisi bu vakitte istersen hiç birşey yapma. Ama güzel çeneni önce bir kapat. Yeterince yardım çığlığı var havada. Bir de sen parazit yapma. Çünkü emin ol, daha geçen evladı şehit düşen o analar senden çok yardım ediyor şu anda Van'a. Sana ve değerli düşüncelerine kimsenin ihtiyacı yok!
Yardımlar için;
Şişli Belediyesi: 0212 288 75 76
Kadıköy Belediyesi: 0216 542 50 55
Ücretsiz Kargo için MNG Kargo: 444 06 06
5 TL yardım İçin; kızılay için 2868'e boş bir SMS yollayarak veya AKUT yazıp 2930'a gönderebilirsiniz.
Biz bir yerlerde birşeylerimizi kaybettik. Evet, insanlıktan çıktık. "Sen" ve "ben" yaptık herkesi. "Biz" demek bu zor zamanlarda bile ağır gelir oldu. Biz insanlığımızı gömdük çok eskilere. O kadar kendimizi kaybettik ki bir doğal afetin doğanın cezası olduğuna inandırdık kendimizi. Doğa kimseyi cezalandırmaz oysa ki. Öyle bir misyonu yoktur ve olmayacak da. Bu ancak düşünmeye üşenen beyinlerin ürünü olacaktır. Doğa bize herşeyini verecek kadar cömerttir ama bazen verdiklerini de almak ister. Kaldı ki deprem kadar doğal olan coğrafik bir olayı ilahi adalete bağlıyor olmak toplumca intiharın eşiğinde olduğumuzu gösterir.
Bunları iddia edenlere soruyorum. Sen aileni seçme hakkına bile sahip olmayan bir aciz olarak nasıl iddia edersin kendinin üstün olduğunu? Biz derdi tasası olmayan kesim belki bir kürt kızı olacaktık, belki de İspanya'da yanan yahudi bir aile. İnsan insandır. Biz değil miyiz ki bir hayvana bile hasta olduğunda yardım eden? Peki kendi kanımızdan olan, aynı toprakları paylaştığımız bu halka nasıl sırt çevirdik? Felaketin iyi olduğunu iddia eden zihniyet ile dağa çıkan zihniyet aynıdır benim için. Sen de faşistsin o da.. Tek bir inanca bağlı kalıp tüm yahudileri yakmak gibi Hitlerciliktir bu.
Hiç bir siyasi görüşe bağlı değilim ve olmayacağım da. Sırf böyle yozlaşmamak adına. Sen kan döküp adalet ararken, gırtlak gırtlağa kavga ederken ben barış için, insanlık için sokaklarda olacağım. Ayrımı yapan sensin ve karşılık alan da sensin. Nasıl ki doğuda masum olduğu için şehitlere üzülüyorsak, şimdi de masum halka yardım etme sırası. Ölenin ardından ancak üzülebiliriz. Ama yaşayan ve yardıma muhtaç olan için sadece üzülmek yetmez. Bir yardım da sen göndereceksin. Evet, bunu yapmak zorundasın. Çünkü empati kurmak zorundasın. Yarın aynı felaketi sen yaşadığında biz sana da yardım edeceğiz faşist olduğunu bile bile. Sen insanlığını hangi cehenneme gömdüysen vicdan azabı ile çıkaracaksın onu oradan.
Biz aptal bir milletiz. Çünkü dış güçlere inanıp içimizdeki gücü bıraktık. O kadar aptalız ki siyaseti hayatımıza katar olduk. Politikacıların senin ruhun duymazken çevirdiği planları yok sayıp gerçek bildik bazı doğruları. Sen onlara inanmaya devam et. Ama bizim bir değil binlerce kardeşimiz var, binlerce anamız, binlerce dedemiz var. Ve bizim kalbimiz nerede ihtiyacı olan varsa orada atıyor. Biliyoruz ki bu koca yürekler de biz düştüğümüzde atacak, bize yardım için koşacak. Ama sen hangi yüzle yardım isteyeceksin? Başına birşey gelmez mi sanıyorsun? Doğuda şehit olan gençler, enkazda ölen çocuklar yarın öleceğim diyor muydu sence? 70 sene kadar kısa bir zaman bu dünyada yaşayacak olan bizler, sadece kavga edip ölünce elimize ne geçecek? Burada insan olamadıktan sonra, herkesin eşit yaşamasını istemedikten sonra varlığımızın ne anlamı var? Ben sana söyleyeyim mi? Koca bir HİÇ!
Sen en iyisi bu vakitte istersen hiç birşey yapma. Ama güzel çeneni önce bir kapat. Yeterince yardım çığlığı var havada. Bir de sen parazit yapma. Çünkü emin ol, daha geçen evladı şehit düşen o analar senden çok yardım ediyor şu anda Van'a. Sana ve değerli düşüncelerine kimsenin ihtiyacı yok!
Yardımlar için;
Şişli Belediyesi: 0212 288 75 76
Kadıköy Belediyesi: 0216 542 50 55
Ücretsiz Kargo için MNG Kargo: 444 06 06
5 TL yardım İçin; kızılay için 2868'e boş bir SMS yollayarak veya AKUT yazıp 2930'a gönderebilirsiniz.
16 Ekim 2011 Pazar
Adres: Elm Sokağı
Aptal! Aptallar...
Sadece aptallar kendi korkularıyla var olmayı başarırlar ve biz insanoğlu da bunu çok iyi beceren organizmalarız. Bundan bir çıkarım yaparsak aptal olduğumuzu kimse inkar edemez. Çünkü hiç bir varlık bizim gibi korkularına sarılıp onlarla yaşamayı kendine ilke edinmemiştir. Hoş, bizden başka düşünen varlık olmadığını iddia edecek kadar da aptalız zaten.
Biz içimizdeki enerjiyi kullanarak güç elde etmek yerine korkularımıza sarılarak bir başarı elde etmeyi düşlüyoruz. Düşler.. Halbuki ne kadar da uzağız onlara. Sadece korkmayı biliriz biz çünkü ve ilginçtir ki bununla da başarılı oluruz bazen. Parasız kalmaktan korktukça bir aptal gibi daha çok işimize sarılır daha çok zengin oluruz. Para korkusu duyacak kadar da aptalız. Ne komik! İnsan kendi yaratıp değer verdiği kağıt parçalarından korkar. Korkumuz paranın bizi ele geçirmesi değil, bizim onu ele geçirememe ihtimalidir. Para sadece bizim olmalıdır. Mücevherler, altınlar, banknotlar.. Çünkü ancak oldukça yüklü bir para, başka aptalların gözünü boyayabilir.
Siz sadece paradan korkmazsınız üstelik. Yalnızlıktan da korkarsınız. Bu yüzden yalan yanlış aşklara inanır, bir güzel kazık yersiniz. Sonra anlarsınız ama yanlış düşünceler bırakmaz peşinizi. Siz de tercihlerinizi doğru yapmak yerine aşktan korkarsınız. Terk edilmekten korkarsınız. Korktukça ilk bulduğunuz kurbanınızın boğazına yapışır: "Beni bırakma!" dersiniz. Ama o da korkup kaçar ve yine korkularınız gelir beş çayına. Aldatılmaktan korkarsınız, ve sonunda basarsınız onu yatakta biriyle, tüm mahremiyetini ayaklar altına alırken.
Bu kadar hata üst üste hasta olmaktan korkarsınız bir de, mideniz bulanır, başınız döner. Tıp bilimindeki tüm saçma sapan teşhisler konulur. Para korkusu ile onca çalışma altında ezilen bedeniniz iyileşmek istemez. Siz direndikçe yenilerini çağırır adeta bünyeniz. Aman ne güzel! Korkmaktan başka fonksiyonu bulunmayan beyniniz asla bir çözüm üretemez.
İyileşir iyileşmez, yaşlanmaktan hep hasta olmaktan korkarsınız üstelik. Onca parayı yaşlanmayı önleme zırvalarına yatırırsınız. Daha da yenilerini üretirsiniz ardından. Soyulma korkusu, kaçırılma korkusu, asansör korkusu, örümcek korkusu vesaire vesaire.
Ama hiç bir beyin çözüm olarak sevgiyi veya yapıcı bir olguyu sunmaz evrene. Sadece korkar ve "korktuğu başına gelir". Halbuki bütün bunları kendine çekenin yine kendisi olduğunu bilse intihar ederdi bizim aptal. Kendi kaderinizi de yaratmaktan korkarsınız üstelik. "Haşa bizde bu güç bulunmaz" der geçersiniz kenara.
Korkmak en iyisidir. Yalnız kalmazsınız çünkü. Dertleşecek biri elbet bulursunuz, herkesin bir korkusu vardır kıyıda köşede sakladığı. Güçlü olmak her babayiğidin harcı değildir, kendi kaderini yaratmak da kahramanların işidir. Öyle ya hep korku filmlerinde ölenler normal insanlar oluyor, kahramanlar ise başka gezegenin insanı(!).
Ne mi anlattım size? Diyorum ki; cahillik mutluluk imiş. Eh yalan da değilmiş. Ye, iç, gez, dolaş. Zorla karşılaşırsan da kork kaç! Kendine güvenip kaderini kendin yazmak bize ait bir özellik, biz kahramanlara...
Sadece aptallar kendi korkularıyla var olmayı başarırlar ve biz insanoğlu da bunu çok iyi beceren organizmalarız. Bundan bir çıkarım yaparsak aptal olduğumuzu kimse inkar edemez. Çünkü hiç bir varlık bizim gibi korkularına sarılıp onlarla yaşamayı kendine ilke edinmemiştir. Hoş, bizden başka düşünen varlık olmadığını iddia edecek kadar da aptalız zaten.
Biz içimizdeki enerjiyi kullanarak güç elde etmek yerine korkularımıza sarılarak bir başarı elde etmeyi düşlüyoruz. Düşler.. Halbuki ne kadar da uzağız onlara. Sadece korkmayı biliriz biz çünkü ve ilginçtir ki bununla da başarılı oluruz bazen. Parasız kalmaktan korktukça bir aptal gibi daha çok işimize sarılır daha çok zengin oluruz. Para korkusu duyacak kadar da aptalız. Ne komik! İnsan kendi yaratıp değer verdiği kağıt parçalarından korkar. Korkumuz paranın bizi ele geçirmesi değil, bizim onu ele geçirememe ihtimalidir. Para sadece bizim olmalıdır. Mücevherler, altınlar, banknotlar.. Çünkü ancak oldukça yüklü bir para, başka aptalların gözünü boyayabilir.
Siz sadece paradan korkmazsınız üstelik. Yalnızlıktan da korkarsınız. Bu yüzden yalan yanlış aşklara inanır, bir güzel kazık yersiniz. Sonra anlarsınız ama yanlış düşünceler bırakmaz peşinizi. Siz de tercihlerinizi doğru yapmak yerine aşktan korkarsınız. Terk edilmekten korkarsınız. Korktukça ilk bulduğunuz kurbanınızın boğazına yapışır: "Beni bırakma!" dersiniz. Ama o da korkup kaçar ve yine korkularınız gelir beş çayına. Aldatılmaktan korkarsınız, ve sonunda basarsınız onu yatakta biriyle, tüm mahremiyetini ayaklar altına alırken.
Bu kadar hata üst üste hasta olmaktan korkarsınız bir de, mideniz bulanır, başınız döner. Tıp bilimindeki tüm saçma sapan teşhisler konulur. Para korkusu ile onca çalışma altında ezilen bedeniniz iyileşmek istemez. Siz direndikçe yenilerini çağırır adeta bünyeniz. Aman ne güzel! Korkmaktan başka fonksiyonu bulunmayan beyniniz asla bir çözüm üretemez.
İyileşir iyileşmez, yaşlanmaktan hep hasta olmaktan korkarsınız üstelik. Onca parayı yaşlanmayı önleme zırvalarına yatırırsınız. Daha da yenilerini üretirsiniz ardından. Soyulma korkusu, kaçırılma korkusu, asansör korkusu, örümcek korkusu vesaire vesaire.
Ama hiç bir beyin çözüm olarak sevgiyi veya yapıcı bir olguyu sunmaz evrene. Sadece korkar ve "korktuğu başına gelir". Halbuki bütün bunları kendine çekenin yine kendisi olduğunu bilse intihar ederdi bizim aptal. Kendi kaderinizi de yaratmaktan korkarsınız üstelik. "Haşa bizde bu güç bulunmaz" der geçersiniz kenara.
Korkmak en iyisidir. Yalnız kalmazsınız çünkü. Dertleşecek biri elbet bulursunuz, herkesin bir korkusu vardır kıyıda köşede sakladığı. Güçlü olmak her babayiğidin harcı değildir, kendi kaderini yaratmak da kahramanların işidir. Öyle ya hep korku filmlerinde ölenler normal insanlar oluyor, kahramanlar ise başka gezegenin insanı(!).
Ne mi anlattım size? Diyorum ki; cahillik mutluluk imiş. Eh yalan da değilmiş. Ye, iç, gez, dolaş. Zorla karşılaşırsan da kork kaç! Kendine güvenip kaderini kendin yazmak bize ait bir özellik, biz kahramanlara...
28 Eylül 2011 Çarşamba
Karanlıkta Dans
İnsan bazen yalnız kalmak ister, kendi içine dönmek ister. Kendini sorgulamak, kendini keşfetmek bazen de kaybetmek ister. Sonsuz bir sessizlik içinde kaybolmak istersiniz o zamanlarda. Nefes alıp verişinizi, hatta kalbinizin atışını duyarsınız. Bomboş bir oda bulmak istersiniz, sayısız gece orada yatmak. İnanırsınız ki içiniz de beyninizde boşalacaktır o boş odada. Kafanızı dolduran gerekli gereksiz bilgiler, kulağınızdan silinmeyen yerli yersiz cümleler, burnunuza sinmiş kirli paslı sokakların kokuları silinsin istersiniz ve kaçarsınız içinizi dolduran herşeyden.
..ve bir gün herkesin karşısına böyle bir fırsat gelir. Ya ıssız bir yere kaçma imkanı bulur, ya da böyle bir dönemden geçerken bulursunuz kendinizi. Belki hayatınızı zirvede durdurmak istemişsinizdir, belki de hayatınızın en büyük dibe vuruşudur bu. O boş odada buluverirsiniz kendinizi. Kalp atışlarınızı duyarsınız ve nefes alıp veriş sesleriniz yankılanır odanın duvarlarında. Ama o gün korkarsınız kendinizden. Çünkü insanoğlu o kadar yabancı büyür ki kendine zannettiğiniz gibi huzur çalmaz kapınızı. Anlarsınız ki sadece yıllardır ruhunuzu taşıdığınız o hantal ve yabancı vücudunuzla baş başa kalmışsınızdır. İnsan kendini tanıtmaz hiç kendine. Hayat boyu birilerine kendimizi anlatma, tanıştırma ve kabul ettirme işleriyle o kadar meşgul oluruz ki kendimizi sevmek için sebep aramak aklımıza gelmez hiç. O koca yalnızlıkta ruhunuz bedeninize sığmaz olur. Yabancı bir hücrede gibi kaçmak ister oradan. Nefesleriniz azalır, boğazınız sıkılır, ruhunuz kaçmak için her yolu dener. Siz toplumda var olabilen ama kendine bir yabancı (bir yabani) olmayı başarmışsınızdır. Önce kendinizi kendinize yüceltmeden kendi beyninizi bedeninizi pazara sunmuşsunuzdur. Ama aslında malını tanımayan, malına güvenmeyen beceriksiz esnaftan farkınız yoktur artık.
Böyle bir ucuzlukla yüz yüze geliyor olmak korkutur sizi. Kendini tanımış olma erdemine ermemek sizi vahşileştirir ve kendinizi suçlamak yerine pazara gelen müşteriyi suçlarsınız. Yüzleşmekten korktukça o bıktığınız hayatınızı, o duymak istemediğiniz gürültüleri, keşmekeş sokaklarda tüten pis kokuları özler olursunuz. Kendinize baktıkça bir hiç görürsünüz ve varolduğunuz yere, sokaklara, kalabalıklara dönmek için can atarsınız artık. O boş odanın duvarları üstünüze gelir, sessizlik kulaklarınızı tırmalar. Monoton sesini duymamak için kalbinizi sıkıp durdurmak istersiniz. Çünkü siz hayat boyunca tek başına evde oturarak değil, sokaklarda var olmuşsunuzdur. Birilerinin sizi övmesine, beyninize göre size para vermesine, birilerinin ağız kokusunu çektikçe saygı görmeye alışmışsınızdır. Onca geçen zamandan sonra kendinizi unutmuş belki de hiç tanımamışsınızdır. Karşınıza çıkan o fırsatla da tanımaya çalışmazsınız kendinizi, yeni bir beni keşfetmeye cesaretiniz yoktur. Çünkü siz sadece yaşam boyu kullandığımız kalıpları bilirsiniz. Kalıplarını kırmak her baba yiğidin harcı değildir nasıl olsa.
Geri dönersiniz o nefret ettiğiniz hayatınıza. Yeniden sokaklara karışır, para kazanır, aşık olur, düşünmeden ve kendini tanımayan bir hiç olarak yaşamaya başlarsınız. Ama en acı olanı ve en ikiyüzlü tarafınız ise şudur. Daha geri dönmenizin kırkı çıkmadan yine içinde olduğunuz hayattan şikayet etmeye başlarsınız. Yine aynı hayalleri kurarsınız ve asla hiç tanımadığım kendimle baş başa kalınca ne yapacağım diye sormazsınız kendinize. Öyle ya insan tanımadığı birine soru sormaz, tabii yolunu kaybetmedikçe...
..ve bir gün herkesin karşısına böyle bir fırsat gelir. Ya ıssız bir yere kaçma imkanı bulur, ya da böyle bir dönemden geçerken bulursunuz kendinizi. Belki hayatınızı zirvede durdurmak istemişsinizdir, belki de hayatınızın en büyük dibe vuruşudur bu. O boş odada buluverirsiniz kendinizi. Kalp atışlarınızı duyarsınız ve nefes alıp veriş sesleriniz yankılanır odanın duvarlarında. Ama o gün korkarsınız kendinizden. Çünkü insanoğlu o kadar yabancı büyür ki kendine zannettiğiniz gibi huzur çalmaz kapınızı. Anlarsınız ki sadece yıllardır ruhunuzu taşıdığınız o hantal ve yabancı vücudunuzla baş başa kalmışsınızdır. İnsan kendini tanıtmaz hiç kendine. Hayat boyu birilerine kendimizi anlatma, tanıştırma ve kabul ettirme işleriyle o kadar meşgul oluruz ki kendimizi sevmek için sebep aramak aklımıza gelmez hiç. O koca yalnızlıkta ruhunuz bedeninize sığmaz olur. Yabancı bir hücrede gibi kaçmak ister oradan. Nefesleriniz azalır, boğazınız sıkılır, ruhunuz kaçmak için her yolu dener. Siz toplumda var olabilen ama kendine bir yabancı (bir yabani) olmayı başarmışsınızdır. Önce kendinizi kendinize yüceltmeden kendi beyninizi bedeninizi pazara sunmuşsunuzdur. Ama aslında malını tanımayan, malına güvenmeyen beceriksiz esnaftan farkınız yoktur artık.
Böyle bir ucuzlukla yüz yüze geliyor olmak korkutur sizi. Kendini tanımış olma erdemine ermemek sizi vahşileştirir ve kendinizi suçlamak yerine pazara gelen müşteriyi suçlarsınız. Yüzleşmekten korktukça o bıktığınız hayatınızı, o duymak istemediğiniz gürültüleri, keşmekeş sokaklarda tüten pis kokuları özler olursunuz. Kendinize baktıkça bir hiç görürsünüz ve varolduğunuz yere, sokaklara, kalabalıklara dönmek için can atarsınız artık. O boş odanın duvarları üstünüze gelir, sessizlik kulaklarınızı tırmalar. Monoton sesini duymamak için kalbinizi sıkıp durdurmak istersiniz. Çünkü siz hayat boyunca tek başına evde oturarak değil, sokaklarda var olmuşsunuzdur. Birilerinin sizi övmesine, beyninize göre size para vermesine, birilerinin ağız kokusunu çektikçe saygı görmeye alışmışsınızdır. Onca geçen zamandan sonra kendinizi unutmuş belki de hiç tanımamışsınızdır. Karşınıza çıkan o fırsatla da tanımaya çalışmazsınız kendinizi, yeni bir beni keşfetmeye cesaretiniz yoktur. Çünkü siz sadece yaşam boyu kullandığımız kalıpları bilirsiniz. Kalıplarını kırmak her baba yiğidin harcı değildir nasıl olsa.
Geri dönersiniz o nefret ettiğiniz hayatınıza. Yeniden sokaklara karışır, para kazanır, aşık olur, düşünmeden ve kendini tanımayan bir hiç olarak yaşamaya başlarsınız. Ama en acı olanı ve en ikiyüzlü tarafınız ise şudur. Daha geri dönmenizin kırkı çıkmadan yine içinde olduğunuz hayattan şikayet etmeye başlarsınız. Yine aynı hayalleri kurarsınız ve asla hiç tanımadığım kendimle baş başa kalınca ne yapacağım diye sormazsınız kendinize. Öyle ya insan tanımadığı birine soru sormaz, tabii yolunu kaybetmedikçe...
22 Eylül 2011 Perşembe
Bir Genç Kızın Gizli Blogu
Evde kaldığım süre zarfında zamanla evrim geçirdiğime şahit oluyorum. Evrelerimi sizinle paylaşmayı da bir borç bildim. Zeusun kızı ve evrenin torunu olarak kendi özüme cinsiyetime adım adım dönerken çağdaş tarafımı eve girerken usulca portmantoya bırakıyorum.
İlk günler:
Saat 11 sularında telefonumun çalması ile uyanıyorum. Okula veya işe geç kalmışçasına içime bir şüphe düşüyor. Ama sonrası aklıma hiç bir işim olmadığını getirerek yatakta biraz daha debeleniyorum. Sonra mesanemin dolu olduğuna dair aldığım sinyaller ile kalkıyorum. Güzel bir kahvaltı hazırlıyorum kendime. Biraz dergi/kitap okuyorum. İnternete bakıyorum. Çarşıda ufak tefek işleri halletmek için süslenip püslenip dışarı çıkıyorum. Kendime bir çay ısmarlayıp eve dönüyorum. Annem yemek yapma dediği için saat altıyı bekliyorum. Annem geliyor, biraz atıştırıp televizyon karşısına geçiyoruz. Dizi beğenip izlemeye başlıyoruz. Annemi baştan çıkartıp mısır patlattırıyorum. Annem çok geç olmadan yatıyor ben de bilgisayar başına kuruluyorum. Bu boşluk hali ve evdeki sessizlik inanılmaz huzur veriyor. Gece 3 civarı yatıyorum.
İlerleyen günler:
Artık geceleri başvurduğum işleri düşünmekten uyku tutmadığı için daha da geç yatıyorum. Uyanmam da öğlen biri ikiyi buluyor. Önceki makyajlı suratımı uyumaktan şişmiş bir surat alıyor. Ama okuyacak kitaplarım hala bitmediği için kendimi iyi hissediyorum. Kahvaltılara özenmiyorum artık, bir dilim birşey ile geçiştiriyorum. Akşama bir makarna yapıyorum. Kadın programları izliyorum dalga geçerek. Biraz eğlenip biraz da iş bulma sitelerine bakıyorum. "Daha ararlar zamanı var" diyorum. Annem geliyor. Yemek yeniyor. Çay demleniyor. Ardından kahve yapıyorum ve hemen her gece bıkmadan baktığımız kahve falı faslı yaşanıyor. "Bir yerle görüşüyorsun, çok iyi para gelecek sana, bir de falında aslan çıkmış" tarzı laflar söyleniyor. Annem bir divana yatmış, ben karşısında yayılıyorum. Dizimize dalıyoruz yine, bazen zamansız bir misafir geliyor. Evin kızı olarak ikram yapıyorum. Komşu muhabbeti yapıyorum. Annem yatıyor. Ben yine bilgisayarın başına tünüyorum. Gece 4'te gözlerim kan çanağı olmuş bir halde yatıyorum.
Son günler:
Öğlen iki buçukta sevgili sevgilimin aramasıyla uyanıyorum, yoksa uyanacağım yok. Duş alıyorum ayılmak için. Ama jet-lag yaşayan bünyem ne suyla ne de içilen sabah çayı ile kendine geliyor. Telefonun yüzüne bakmaz oluyorum nasılsa çalmıyor diye. Emmys sayesinde öğrendiğim dizileri izlemeye başlıyorum. Nasılsa bu evde sezonlar bitirecek kadar vakit geçireceğim daha diye düşünüyorum. Okunacak kitaplar da bitiyor. Bienal/filmekimi hakkındaki haberleri pas geçiyorum nette. Bilmezsem merak etmem çünkü. Akşam için yapacağım yemekleri düşünüyorum. Evde ne var ne yok kontrol ediyorum. Gece sıkıntı ile poğaça yapma ihtimalim yüksek! Yemeklerden kısmaya başlıyorum. Oturdukça büyüttüğüm kasem ile iyice ev kızı olmaktan korkuyorum. Pilates yapsam diyorum ama üzerimdeki tatlı uyuşukluğu atmak çok zor geliyor. Sigaram bitiyor ama dört kat inip büfeye gitmek gözümde büyüyor. İnsan canlısını görmek bile istemiyorum. Zaten para da suyunu çekmeye başlıyor. Son kredimi çekmişim çünkü. Kimse aramıyor diye içim bunalıyor birden. Camdan dışarı bakıyorum. Ekim yaklaşıyor ve Zeus şimşek oklarını üstümüze salmaya başlıyor. Her yer kıyamet gibi karanlık, ıslak. Sonra keyifleniyorum. "İyi ki çalışmıyorum" diyorum, "dışarıda bu hengamede çalışıyor olmak vardı." Gidiyorum kendime bir çay yapıp keyif sigarası yakıyorum.Ve yeni halimi sevmeye başlıyorum.
İlk günler:
Saat 11 sularında telefonumun çalması ile uyanıyorum. Okula veya işe geç kalmışçasına içime bir şüphe düşüyor. Ama sonrası aklıma hiç bir işim olmadığını getirerek yatakta biraz daha debeleniyorum. Sonra mesanemin dolu olduğuna dair aldığım sinyaller ile kalkıyorum. Güzel bir kahvaltı hazırlıyorum kendime. Biraz dergi/kitap okuyorum. İnternete bakıyorum. Çarşıda ufak tefek işleri halletmek için süslenip püslenip dışarı çıkıyorum. Kendime bir çay ısmarlayıp eve dönüyorum. Annem yemek yapma dediği için saat altıyı bekliyorum. Annem geliyor, biraz atıştırıp televizyon karşısına geçiyoruz. Dizi beğenip izlemeye başlıyoruz. Annemi baştan çıkartıp mısır patlattırıyorum. Annem çok geç olmadan yatıyor ben de bilgisayar başına kuruluyorum. Bu boşluk hali ve evdeki sessizlik inanılmaz huzur veriyor. Gece 3 civarı yatıyorum.
İlerleyen günler:
Artık geceleri başvurduğum işleri düşünmekten uyku tutmadığı için daha da geç yatıyorum. Uyanmam da öğlen biri ikiyi buluyor. Önceki makyajlı suratımı uyumaktan şişmiş bir surat alıyor. Ama okuyacak kitaplarım hala bitmediği için kendimi iyi hissediyorum. Kahvaltılara özenmiyorum artık, bir dilim birşey ile geçiştiriyorum. Akşama bir makarna yapıyorum. Kadın programları izliyorum dalga geçerek. Biraz eğlenip biraz da iş bulma sitelerine bakıyorum. "Daha ararlar zamanı var" diyorum. Annem geliyor. Yemek yeniyor. Çay demleniyor. Ardından kahve yapıyorum ve hemen her gece bıkmadan baktığımız kahve falı faslı yaşanıyor. "Bir yerle görüşüyorsun, çok iyi para gelecek sana, bir de falında aslan çıkmış" tarzı laflar söyleniyor. Annem bir divana yatmış, ben karşısında yayılıyorum. Dizimize dalıyoruz yine, bazen zamansız bir misafir geliyor. Evin kızı olarak ikram yapıyorum. Komşu muhabbeti yapıyorum. Annem yatıyor. Ben yine bilgisayarın başına tünüyorum. Gece 4'te gözlerim kan çanağı olmuş bir halde yatıyorum.
Son günler:
Öğlen iki buçukta sevgili sevgilimin aramasıyla uyanıyorum, yoksa uyanacağım yok. Duş alıyorum ayılmak için. Ama jet-lag yaşayan bünyem ne suyla ne de içilen sabah çayı ile kendine geliyor. Telefonun yüzüne bakmaz oluyorum nasılsa çalmıyor diye. Emmys sayesinde öğrendiğim dizileri izlemeye başlıyorum. Nasılsa bu evde sezonlar bitirecek kadar vakit geçireceğim daha diye düşünüyorum. Okunacak kitaplar da bitiyor. Bienal/filmekimi hakkındaki haberleri pas geçiyorum nette. Bilmezsem merak etmem çünkü. Akşam için yapacağım yemekleri düşünüyorum. Evde ne var ne yok kontrol ediyorum. Gece sıkıntı ile poğaça yapma ihtimalim yüksek! Yemeklerden kısmaya başlıyorum. Oturdukça büyüttüğüm kasem ile iyice ev kızı olmaktan korkuyorum. Pilates yapsam diyorum ama üzerimdeki tatlı uyuşukluğu atmak çok zor geliyor. Sigaram bitiyor ama dört kat inip büfeye gitmek gözümde büyüyor. İnsan canlısını görmek bile istemiyorum. Zaten para da suyunu çekmeye başlıyor. Son kredimi çekmişim çünkü. Kimse aramıyor diye içim bunalıyor birden. Camdan dışarı bakıyorum. Ekim yaklaşıyor ve Zeus şimşek oklarını üstümüze salmaya başlıyor. Her yer kıyamet gibi karanlık, ıslak. Sonra keyifleniyorum. "İyi ki çalışmıyorum" diyorum, "dışarıda bu hengamede çalışıyor olmak vardı." Gidiyorum kendime bir çay yapıp keyif sigarası yakıyorum.Ve yeni halimi sevmeye başlıyorum.
20 Eylül 2011 Salı
Filmekimi 2011
Yine bir sonbaharın başlangıcına gelmişken tüm sinemaseverler ve İstanbul halkı Filmekimi için heyecanla bekliyor. Bir sinemasever olarak ben de listedeki filmlere bakıp kendime göre bir topic list hazırladım. Hem kesin gidilecek filmlerimi söyleyecek hem de seveni olursa diye tavsiyede bulunacağım. Tabii ki bilirkişi değilim ama belki size seçimlerde bir yararım dokunur. ;)
*Başlıklara tıklayarak film fragmanlarını izleyebilirsiniz.
Margin Call
Başta konu olarak klasik bir amerikan filmi olduğunu düşündüm ama sağlam oyuncu kadrosunu görünce kesinlikle merak uyandıran bir film. Başta Jeremy Irons olmak üzere, Simon Baker, Demi Moore ve Stanley Tucci'nin performansları için izlemeye değer. Film, 2008'de yaşanan mali kriz esnasında bir yatırım bankasının 24 saatini anlatıyor. Ekonominin yönettiği bir dönemde yaşayan bizlerin paranın sadece bir kağıt parçası olmadığını görmememiz için iyi bir fırsat. Ayrıca yeni bir thriller tarzına göz kırpan film J.C. Chandor yönetmenliğinde çekilmiş.
Melancholia
Öncelikle bu filmi kesin listeme aldığımı belirtmek isterim. Fantastik film meraklısı biri olarak yeni tarzdaki çekim teknikleri ve inanılmaz görsel efektleri ile beni kendine aşık etmiş durumda. Kirsten Dunst'un yer aldığı Lars Von Tier filmi psikolojik göndermelere de sahip. Yönetmeninin hayranları bu filmi merakla beklemekteymiş. Film aile ilişkilerine de bir mercek tutuyor. Konusu, çiftimiz dünya evine girerken Melancholia adlı gezegenin dünyaya bodoslama dalmak üzere olduğudur. Bunun yanı sıra süregelen abla-kardeş ilişkilerini izlemekteyiz. Sanırım gezegenin adı da bize filmin genel havası ile ilgili bilgi vermekte. Bilim-kurgu sevmiyorum demek yerine bence önce bir fragmanı izleyin, eminim sizde de merak uyandıracak.
The Artist
1927 Hollywood'unu anlatan bir Michel Hazanavicius filmi. Film zamanına sadık kalarak siyah beyaz ve sessiz çekilmiş. Dönem oyuncularını ele alan komedi ve drama olarak nitelendirilen bir film. Eski zaman filmlerinin bir hayranı olarak 30 sene öncesine bugünün gözüyle nasıl baktıkları konusu bende merak uyandırdı. Onun yanı sıra film bence dönem kıyafetleri ve sinema tarzını yansıtmak açısından başarılı. Eski teknikleri sevmeyenler için sıkıcı olabilir ama ben her neslin atalarına sadık kalması inancındayım. Başrolleri ise Malcolm McDowell, John Goodman ve Missi Pyle paylaşıyor.
A Dangerous Method
Film Sigmund Freud ve Carl Jung'un psikanalize can verişini konu alıyor. Freud babanın konu olması ile film zaten listeye girmeye hak kazandı. Bu tarz bazı uyarlama filmler kötü olabiliyor. Fakat filmin IMDb'de 8.4 puan alması ve başrollerde Michael Fassbender, Keira Knightley ve Viggo Mortensen'in olması filmi izlemek için yeterli. Freud'un herşeyi cinselliğe bağlamasına zaman zaman kıl olsam da adamın psikolojinin babası olduğu gerçeğini yadsıyamam. Bu gerekçe bile hayatından bir kesiti görmek için iki saat ayırmaya yeterli.
The Devil's Double
Film Saddam Hüseyin'in oğlunun hayatını ele alıyor. Romandan uyalanan ve gerçek hayattan bir kesit olan film olayları dram yerine komediye vurarak anlatması ilginç. İki farklı kişiyi oynayan Dominic Cooper bu konuda ne kadar başarılı oldu bilinmez ama ekşi sözlükte okuduğum kadarıyla kendileri ikizler burcuymuş. Performansı konusunda bu bilgi beni ikna etti :) Diğer yandan komşu ülkemizin yakın tarihine göndermeler yapan bu filmin ne kadar doğruya yakın olduğu bende şüphe uyandırdı. Ama bence izlemeye değer. Çünkü fragmandan da göreceğiniz gibi çekim teknikleri, konuyu ele alış biçimleri ve Irak aksanlı ingilizceleri son dönem çekilen türk filmlerini andırıyor.
We Need to Talk About Kevin
Konusunu Lionel Shriver'ın romanından alan film kısaca gariban anne, psikopat oğul ikilisini ele alıyor. Fragmanı çok etkileyici olmakla beraber, önce gayet normal ilerleyen hikaye bir anda farklı bir boyuta geçerek dramada seyirciyi şoke edeceğini düşünüyorum. Hikayenin sahibi yazar filmin harika bir uyarlama olduğunu söylemiş. Herkesi içine alabilecek kadar gerçekçi olan film Tilda Swinton'ın oyunculuğunu sergileyerek başyapıt olmaya aday.
Café de Flore
Film farklı zamanlarda geçen iki ilişkiyi tek bir mekan ve şarkıyı birleştirerek anlatmakta imiş. Eleştirmenlerin macera olarak nitelendirdiği film türkçe adı ile Ruh Eşim IMDb'de 8.4 puan alarak dikkatleri çekiyor. Farklı zamanlardaki iki aşkı anlatan hikaye aşk filmi sevenler için ilginç bir deneyim olabilir. Çünkü iki hikaye de paralellik gösteriyor.
Sleeping Beauty
Parasız kalan bir üniversite öğrencisinin ilaç alıp olacakları unutmayı tercih ettiği bir hikaye. İlginç bir konusu var ve sanatla iç içe olan film kızın yer aldığı bir portrenin yapım aşamasını ele alıyor. Film sonunda hüsrana uğratabilir gibi. Ama izlenebilir.
Diğer izlenesi filmlere gelince;
Gerçek bir hikaye baz alınarak işlenen avustralya yapımı Snowtown drama ve suçu elen alan filmleri sevenler için ilgi çekici olabilir. Yakın bir kültürü ve Lübnanlı kadınların hristiyanlık ve müslümanlık arasındaki ilişki analizini inceleyen "Et maintenant, on va où?" adlı film fransız yapımı ve yine IMDb'de yüksek puan alan yapımlardan biri. Diğer yandan bizi yakınen ilgilendiren "Almanya - Willkommen in Deutschland" adlı film ise Almanya türklerini anlatırken komediyle harmanlayarak vizyona giriyor. Estonya yapımı "The Future" ve amerikan komedi örneği olan "Beginners" komedi dalında farklı bakış açıları ile izlenmeye değer. Son olarak ise yine bir dönem filmi olarak karşımıza çıkan Jane Eyre sevenleri için filmekiminde yer alıyor. Etkileyeci dönem kostümleri ve çekim teknikleri ile yine de izlenebilir. Sadece konusu bana artık çok işlendiği için bayat geldi :)
Benim naçizane tercihlerim bunlar. Yine de zevklerimiz ayrı olabilir. Sadece paylaşmayı bir görev bildim.
Bol filmli ekimler...
*Başlıklara tıklayarak film fragmanlarını izleyebilirsiniz.
Margin Call
Başta konu olarak klasik bir amerikan filmi olduğunu düşündüm ama sağlam oyuncu kadrosunu görünce kesinlikle merak uyandıran bir film. Başta Jeremy Irons olmak üzere, Simon Baker, Demi Moore ve Stanley Tucci'nin performansları için izlemeye değer. Film, 2008'de yaşanan mali kriz esnasında bir yatırım bankasının 24 saatini anlatıyor. Ekonominin yönettiği bir dönemde yaşayan bizlerin paranın sadece bir kağıt parçası olmadığını görmememiz için iyi bir fırsat. Ayrıca yeni bir thriller tarzına göz kırpan film J.C. Chandor yönetmenliğinde çekilmiş.
Melancholia
Öncelikle bu filmi kesin listeme aldığımı belirtmek isterim. Fantastik film meraklısı biri olarak yeni tarzdaki çekim teknikleri ve inanılmaz görsel efektleri ile beni kendine aşık etmiş durumda. Kirsten Dunst'un yer aldığı Lars Von Tier filmi psikolojik göndermelere de sahip. Yönetmeninin hayranları bu filmi merakla beklemekteymiş. Film aile ilişkilerine de bir mercek tutuyor. Konusu, çiftimiz dünya evine girerken Melancholia adlı gezegenin dünyaya bodoslama dalmak üzere olduğudur. Bunun yanı sıra süregelen abla-kardeş ilişkilerini izlemekteyiz. Sanırım gezegenin adı da bize filmin genel havası ile ilgili bilgi vermekte. Bilim-kurgu sevmiyorum demek yerine bence önce bir fragmanı izleyin, eminim sizde de merak uyandıracak.
The Artist
1927 Hollywood'unu anlatan bir Michel Hazanavicius filmi. Film zamanına sadık kalarak siyah beyaz ve sessiz çekilmiş. Dönem oyuncularını ele alan komedi ve drama olarak nitelendirilen bir film. Eski zaman filmlerinin bir hayranı olarak 30 sene öncesine bugünün gözüyle nasıl baktıkları konusu bende merak uyandırdı. Onun yanı sıra film bence dönem kıyafetleri ve sinema tarzını yansıtmak açısından başarılı. Eski teknikleri sevmeyenler için sıkıcı olabilir ama ben her neslin atalarına sadık kalması inancındayım. Başrolleri ise Malcolm McDowell, John Goodman ve Missi Pyle paylaşıyor.
A Dangerous Method
Film Sigmund Freud ve Carl Jung'un psikanalize can verişini konu alıyor. Freud babanın konu olması ile film zaten listeye girmeye hak kazandı. Bu tarz bazı uyarlama filmler kötü olabiliyor. Fakat filmin IMDb'de 8.4 puan alması ve başrollerde Michael Fassbender, Keira Knightley ve Viggo Mortensen'in olması filmi izlemek için yeterli. Freud'un herşeyi cinselliğe bağlamasına zaman zaman kıl olsam da adamın psikolojinin babası olduğu gerçeğini yadsıyamam. Bu gerekçe bile hayatından bir kesiti görmek için iki saat ayırmaya yeterli.
The Devil's Double
Film Saddam Hüseyin'in oğlunun hayatını ele alıyor. Romandan uyalanan ve gerçek hayattan bir kesit olan film olayları dram yerine komediye vurarak anlatması ilginç. İki farklı kişiyi oynayan Dominic Cooper bu konuda ne kadar başarılı oldu bilinmez ama ekşi sözlükte okuduğum kadarıyla kendileri ikizler burcuymuş. Performansı konusunda bu bilgi beni ikna etti :) Diğer yandan komşu ülkemizin yakın tarihine göndermeler yapan bu filmin ne kadar doğruya yakın olduğu bende şüphe uyandırdı. Ama bence izlemeye değer. Çünkü fragmandan da göreceğiniz gibi çekim teknikleri, konuyu ele alış biçimleri ve Irak aksanlı ingilizceleri son dönem çekilen türk filmlerini andırıyor.
We Need to Talk About Kevin
Konusunu Lionel Shriver'ın romanından alan film kısaca gariban anne, psikopat oğul ikilisini ele alıyor. Fragmanı çok etkileyici olmakla beraber, önce gayet normal ilerleyen hikaye bir anda farklı bir boyuta geçerek dramada seyirciyi şoke edeceğini düşünüyorum. Hikayenin sahibi yazar filmin harika bir uyarlama olduğunu söylemiş. Herkesi içine alabilecek kadar gerçekçi olan film Tilda Swinton'ın oyunculuğunu sergileyerek başyapıt olmaya aday.
Café de Flore
Film farklı zamanlarda geçen iki ilişkiyi tek bir mekan ve şarkıyı birleştirerek anlatmakta imiş. Eleştirmenlerin macera olarak nitelendirdiği film türkçe adı ile Ruh Eşim IMDb'de 8.4 puan alarak dikkatleri çekiyor. Farklı zamanlardaki iki aşkı anlatan hikaye aşk filmi sevenler için ilginç bir deneyim olabilir. Çünkü iki hikaye de paralellik gösteriyor.
Sleeping Beauty
Parasız kalan bir üniversite öğrencisinin ilaç alıp olacakları unutmayı tercih ettiği bir hikaye. İlginç bir konusu var ve sanatla iç içe olan film kızın yer aldığı bir portrenin yapım aşamasını ele alıyor. Film sonunda hüsrana uğratabilir gibi. Ama izlenebilir.
Diğer izlenesi filmlere gelince;
Gerçek bir hikaye baz alınarak işlenen avustralya yapımı Snowtown drama ve suçu elen alan filmleri sevenler için ilgi çekici olabilir. Yakın bir kültürü ve Lübnanlı kadınların hristiyanlık ve müslümanlık arasındaki ilişki analizini inceleyen "Et maintenant, on va où?" adlı film fransız yapımı ve yine IMDb'de yüksek puan alan yapımlardan biri. Diğer yandan bizi yakınen ilgilendiren "Almanya - Willkommen in Deutschland" adlı film ise Almanya türklerini anlatırken komediyle harmanlayarak vizyona giriyor. Estonya yapımı "The Future" ve amerikan komedi örneği olan "Beginners" komedi dalında farklı bakış açıları ile izlenmeye değer. Son olarak ise yine bir dönem filmi olarak karşımıza çıkan Jane Eyre sevenleri için filmekiminde yer alıyor. Etkileyeci dönem kostümleri ve çekim teknikleri ile yine de izlenebilir. Sadece konusu bana artık çok işlendiği için bayat geldi :)
Benim naçizane tercihlerim bunlar. Yine de zevklerimiz ayrı olabilir. Sadece paylaşmayı bir görev bildim.
Bol filmli ekimler...
17 Eylül 2011 Cumartesi
Çakralarınızı açın!
"Bu yazımda belli bir tema üstüne yoğunlaşmak yerine dağınık düşüncelerimi etrafa saçmayı yeğliyorum. Zira kafamı toplamak aylarımı alabilir."
Hala iş arayan daha doğrusu iş bulmanın arefesinde olan bir insan olarak var oluşum, yaptıklarım, isteklerim ve yapamadıklarım üstüne uzun bir süre zaman harcadım. Herşeyden öncesi biliyorum ki içimde kalan birşeyler yok. Herşeyi yeterince yaşadığımı ve ileri dönük planlar yapmak için hazır olduğumu düşünüyorum. Parasız pulsuz, sıkıntılı ama bir o kadar da eğlenceli öğrencilik hayatından sonra artık emeklerimin karşılığını alıp para kazanmak ve mevki edinmek istiyorum. Yeni mezun biri olarak gözüm çok da yükseklerde değil. Daha kendimi geliştirmem gerektiğini ve öğrenecek çok şeyim olduğunu biliyorum. Ülkemizin şartlarında işe istediğim yerden başlayamayacağımı da biliyorum. Ama elimdeki fırsatları en iyi şekilde kullanarak iyi bir başlangıç yapmak istiyorum.
Bu istekler doğrultusunda şu anda yapabildiğim tek şey iyiyi umut etmek ve istemek. Biliyorum ki beni başarıya ve mutlu bir hayata ulaştıracak olan şeyler bunlar. Çünkü her zaman düşünce gücüne, içgüdülerime inandım. Sizi enerjiye inan gibi söylemlerle sıkacak değilim. Sadece metafiziğe inandığımı ve bizim körelttiğimiz içgüdülerimizin gerçek olduğunu söylemek istiyorum. Hayvanların çoğu kez kullanarak haklı çıktıkları bu yöntem bizi terk etmeye başlamışken yeniden gün yüzüne çıkmaya başladı. Kitleleri inandırmak imkansız belki, şu anda sadece sosyetik kadınların inandığı bu durumu düşünürsek belki toprak ana sesini yanlış yere duyurmaya başladı. Ama onu farketmek zor değil. Buna inanan ve hayatını ona göre idame ettiren uzak doğulu milletleri düşünelim. Tabi ki de sadece enerjiye inan ve yan gelip yat diye birşey yok. Mantık ve duygu her zaman var olmalı. Ama nasıl ki mantık ve duygu paralel oldukça mutlu isek enerjiye olan inancımızı da sabit tuttukça mutlu oluruz.
Bahsettiğim fal bakmak veya 7/24 meditasyon yapmak değil. Sadece kendinizi dinlemeyi öğrenmelisiniz. Sadece düşünebilen bir hayvan olduğumuza inanmak beni hiç bir zaman mutlu etmedi. Bir çok keşfedilecek bilimin aramızda görülmeyen kozmik bağla ilgili olduğuna inanıyorum. Bir karınca yuvasındaki binlerce karınca nasıl sürekli birbirlerini tanıyor, tehlikeyi seziyor ise bizim de aynı içgüdüye sahip olmamız lazım. Bunu oturduğumuz apartmanlarda değil, doğayla baş başa kalarak çıplak ayaklarımızla toprakta yürüyüp hissedebiliriz. Kaçınız doğayı kalpten dinlediniz bilmiyorum. Ama gerçekten çok iyi geliyor.
Sen bunu nasıl biliyorsun diyeceksiniz. Ben herşeyden önce evrenin bir parçası olarak doğa tarafından sevildiğime inanıyorum ve ondan istediğim herşeyin karşılığını aldım. Olmayan isteklerimin de bir süre sonra benim için yanlış olduğunu farkettim. Çektiğim acı veya sıkıntıların hatalarımın karşılığı olduğu saçmalığına inanmıyorum. Sadece birşeyleri isterken korkularımı bırakmak yerine endişe duyarak doğayla yanlış iletişim kurduğuma inanıyorum.
Psişik bir insan değilim, ya da Rezzan Kiraz gibi ortalıkta sofra bezi giyip dolaşmıyorum. Üst insan gibi olmak gibi bir derdim de yok açıkçası. Geleceği gördüğümü iddia da etmiyorum ama sadece evrenle iletişim kurmayı biliyorum. Hayatta aldığım bir çok kararlarda başarısızım belki, kendi geleceğimi de göremiyorum. Ama tanımadığım insanların acılarını hissedip onlarla acılarını paylaşabiliyorum ve onlardan öğrendiklerimle daha da gelişiyorum. Evimde oturan gereksiz bir kız olmaktansa tüm şehre, ülkeye ve dünyaya yayılarak her dilde konuşmayı, her acıyı hissetmeyi ve en güzeli de bütün mutlulukları tatmayı başarıyorum. Bunları yapmam için bütün prangalarımı atmam yeterli oldu. Hiç bir öğreti veya kuralın içine girmedim sadece insanlara ve dünyaya bakmayı öğrendim.
Gerçek hayata uyarlamak gerekirse yapmanız gereken sadece istemek. Ama hemen olmasını değil zamanı gelince iyi olacaksa olmasını dilemek. Çünkü biliyorum ki evren ve toprak ana çocuklarını üzmek istemez. Siz iyiliğinizi isterseniz ancak o zaman diğer insanlar da iyiliğinizi ister. Herşeyden önce kendinizle iletişim kurun ki başkalarına da hitap etmeyi öğrenin. Öncelikle kendinize aşık olmayı başarın ki size aşık olunmasını beklemeden aşk ayağınıza gelsin. Siz bedeninize iyi davranın ki o da size sağlıklı olarak cevap versin. Herşeyden öncesi de başkasını değil sadece ama sadece kendinizi sevmesini öğrenin. İnanın o kadar iyi geliyor ki kimsenin sizi sevip sevmediği umrunuzda olmuyor ve bununla kendinize evrendeki tüm iyi şeyleri çekmeyi başarıyorsunuz. Para konusunda tek bildiğim ise şimdiye kadar her zaman param varmış gibi harcadım ve cebimden hiç para eksik olmadı. Sadece inanın; başkalarına değil kendinize.
Bakın Serdar Ortaç bile bunun farkında sizin ondan üstün olmanız gerekir ;)
Hala iş arayan daha doğrusu iş bulmanın arefesinde olan bir insan olarak var oluşum, yaptıklarım, isteklerim ve yapamadıklarım üstüne uzun bir süre zaman harcadım. Herşeyden öncesi biliyorum ki içimde kalan birşeyler yok. Herşeyi yeterince yaşadığımı ve ileri dönük planlar yapmak için hazır olduğumu düşünüyorum. Parasız pulsuz, sıkıntılı ama bir o kadar da eğlenceli öğrencilik hayatından sonra artık emeklerimin karşılığını alıp para kazanmak ve mevki edinmek istiyorum. Yeni mezun biri olarak gözüm çok da yükseklerde değil. Daha kendimi geliştirmem gerektiğini ve öğrenecek çok şeyim olduğunu biliyorum. Ülkemizin şartlarında işe istediğim yerden başlayamayacağımı da biliyorum. Ama elimdeki fırsatları en iyi şekilde kullanarak iyi bir başlangıç yapmak istiyorum.
Bu istekler doğrultusunda şu anda yapabildiğim tek şey iyiyi umut etmek ve istemek. Biliyorum ki beni başarıya ve mutlu bir hayata ulaştıracak olan şeyler bunlar. Çünkü her zaman düşünce gücüne, içgüdülerime inandım. Sizi enerjiye inan gibi söylemlerle sıkacak değilim. Sadece metafiziğe inandığımı ve bizim körelttiğimiz içgüdülerimizin gerçek olduğunu söylemek istiyorum. Hayvanların çoğu kez kullanarak haklı çıktıkları bu yöntem bizi terk etmeye başlamışken yeniden gün yüzüne çıkmaya başladı. Kitleleri inandırmak imkansız belki, şu anda sadece sosyetik kadınların inandığı bu durumu düşünürsek belki toprak ana sesini yanlış yere duyurmaya başladı. Ama onu farketmek zor değil. Buna inanan ve hayatını ona göre idame ettiren uzak doğulu milletleri düşünelim. Tabi ki de sadece enerjiye inan ve yan gelip yat diye birşey yok. Mantık ve duygu her zaman var olmalı. Ama nasıl ki mantık ve duygu paralel oldukça mutlu isek enerjiye olan inancımızı da sabit tuttukça mutlu oluruz.
Bahsettiğim fal bakmak veya 7/24 meditasyon yapmak değil. Sadece kendinizi dinlemeyi öğrenmelisiniz. Sadece düşünebilen bir hayvan olduğumuza inanmak beni hiç bir zaman mutlu etmedi. Bir çok keşfedilecek bilimin aramızda görülmeyen kozmik bağla ilgili olduğuna inanıyorum. Bir karınca yuvasındaki binlerce karınca nasıl sürekli birbirlerini tanıyor, tehlikeyi seziyor ise bizim de aynı içgüdüye sahip olmamız lazım. Bunu oturduğumuz apartmanlarda değil, doğayla baş başa kalarak çıplak ayaklarımızla toprakta yürüyüp hissedebiliriz. Kaçınız doğayı kalpten dinlediniz bilmiyorum. Ama gerçekten çok iyi geliyor.
Sen bunu nasıl biliyorsun diyeceksiniz. Ben herşeyden önce evrenin bir parçası olarak doğa tarafından sevildiğime inanıyorum ve ondan istediğim herşeyin karşılığını aldım. Olmayan isteklerimin de bir süre sonra benim için yanlış olduğunu farkettim. Çektiğim acı veya sıkıntıların hatalarımın karşılığı olduğu saçmalığına inanmıyorum. Sadece birşeyleri isterken korkularımı bırakmak yerine endişe duyarak doğayla yanlış iletişim kurduğuma inanıyorum.
Psişik bir insan değilim, ya da Rezzan Kiraz gibi ortalıkta sofra bezi giyip dolaşmıyorum. Üst insan gibi olmak gibi bir derdim de yok açıkçası. Geleceği gördüğümü iddia da etmiyorum ama sadece evrenle iletişim kurmayı biliyorum. Hayatta aldığım bir çok kararlarda başarısızım belki, kendi geleceğimi de göremiyorum. Ama tanımadığım insanların acılarını hissedip onlarla acılarını paylaşabiliyorum ve onlardan öğrendiklerimle daha da gelişiyorum. Evimde oturan gereksiz bir kız olmaktansa tüm şehre, ülkeye ve dünyaya yayılarak her dilde konuşmayı, her acıyı hissetmeyi ve en güzeli de bütün mutlulukları tatmayı başarıyorum. Bunları yapmam için bütün prangalarımı atmam yeterli oldu. Hiç bir öğreti veya kuralın içine girmedim sadece insanlara ve dünyaya bakmayı öğrendim.
Gerçek hayata uyarlamak gerekirse yapmanız gereken sadece istemek. Ama hemen olmasını değil zamanı gelince iyi olacaksa olmasını dilemek. Çünkü biliyorum ki evren ve toprak ana çocuklarını üzmek istemez. Siz iyiliğinizi isterseniz ancak o zaman diğer insanlar da iyiliğinizi ister. Herşeyden önce kendinizle iletişim kurun ki başkalarına da hitap etmeyi öğrenin. Öncelikle kendinize aşık olmayı başarın ki size aşık olunmasını beklemeden aşk ayağınıza gelsin. Siz bedeninize iyi davranın ki o da size sağlıklı olarak cevap versin. Herşeyden öncesi de başkasını değil sadece ama sadece kendinizi sevmesini öğrenin. İnanın o kadar iyi geliyor ki kimsenin sizi sevip sevmediği umrunuzda olmuyor ve bununla kendinize evrendeki tüm iyi şeyleri çekmeyi başarıyorsunuz. Para konusunda tek bildiğim ise şimdiye kadar her zaman param varmış gibi harcadım ve cebimden hiç para eksik olmadı. Sadece inanın; başkalarına değil kendinize.
Bakın Serdar Ortaç bile bunun farkında sizin ondan üstün olmanız gerekir ;)
12 Ağustos 2011 Cuma
In Love With İstanbul!
Sene 2007... Bendeniz üniversite sınavına hazırlanıyorum ve sebebini bilmeden İstanbul'a gideceğim diye yırtınıyorum. Sorsan bi kere boğazından geçmişim, o da hayal meyal aklımda. Meğersem İstanbulmuş bizi seçen, kendine çeken, çağıran. Neyse ardından sonuçlar açıklanıyor ve ben İstanbul'dayım resmen. Yurt ayarla, okul kayıt işlemleri derken bir anda kendimi Çemberlitaş'ın ortasında koca valizim ile yurdu ararken buluyorum. Benim İstanbul hikayem başlıyor böylelikle.
İlk İstanbul'a geldiğimde köy kafası ile düşünmüştüm: "Lan bu insanlar neden üstüme üstüme geliyor, nereye sığıyor bunlar, herhalde depolarda yaşıyorlar, saat yedide salıyorlar bunları sokaklara." Mantaliteye gel! Bir ay sonra baktım ki ben de koşuyorum o insanlar ile. Kulağımda illa ki bir müzik, kafam önümde bazen elimde bir kitap, bir dergi ile "okula yetiş, vapur kaçtı, tiyatro ne zaman başlıyordu?" soruları kafamda oradan oraya savruluyorum. İstanbul gerçekten bir kadın. Bazen size trip atan bir genç kız, bazen cilve yapan bir yosma, bazen de aşkınızdan ölen bir deli divane aşık. Bazen önünüze öyle kapılar açıyor ki "İşte İstanbul da beni seviyor!" diyorsunuz, bazen de suratınıza öyle bir tokat çakıyor ki "Ulan orospu nereden sevdim seni?" diyorsunuz. Ama ona alışmak mı, en beteri işte o. Gittiğiniz her yerde onu arıyorsunuz. Tıklım tıkış pasajları, tüm sokakta aynı anda kalkan kadehler, hep bir ağızdan söylenen sözler, aynı boğaza küfredilen köşesi, ter kokan sizi ölüme sürükleyen toplu taşıtları, gözyaşlarınızı akıttığınız Haliç'i.. Onu severseniz ve karşılık beklemezseniz güzel İstanbul. Yılmadan sevmenizi istiyor sizden. Her çeşit insanını kucaklarsanız, o da size en gizli semtlerinin en güzel köşelerini açıyor ve davet ediyor ölümsüz aşkına.
İstediğiniz kadar metropol gezin, dünyayı dolaşın. Ama İstanbul'un ruhunu bulamıyorsunuz. Kaldı ki yetmiyor zaten. Arabeskle yoğurulmuş bir medeniyeti hiç bir yer size sunmuyor. Ve biz acının sürekli öğretildiği bu ülkede yetişmiş, " ay ben bienal bienal gezdim, 3500 kitap okudum" diyen o entellerin bile babası Orhan Gencebay dinlerken ve Emrah filmlerini çizgi film yerine izleyen bizler içimizdeki oryantal ruhu İstanbul sayesinde açığa çıkarıyoruz ve ondan kopmak istemiyoruz. Çünkü biliyoruz ki baktığımız panaroma o şehre ait değil, bizim hayat hikayemiz ve elimizdeki Björk biletleri ile Pierre Loti'de çay simit yapmak istiyoruz. Rock Barlarda sarhoş olup ezan sesleri ile ayılıyoruz. Estetiğin hiç var olmadığı İstanbul'da kaostan güzellik çıkartmayı deniyoruz ve başarılı oluyoruz da.
İstanbul aslında kahpe bir kadın değil. O bir anne, onu anlıyoruz. Ülkesinde var olan her kültüre kucak açan, yargılamadan içinde var edebilen, gelenleri değiştirmek yerine kendi değişen ama kardeşler arasındaki kavgaya bir türlü engel olamayan bir anne İstanbul. Onun belki de tek suçu hepimizi kabul edip sevmesi. Gecekondulara kızsak da, "satanist gibi tiplere gel, lan bu totoş nereden çıktı" desek de biz de seviyoruz birbirimizi. Küçük şehrimizde oturup da göremeyeceğimiz dünyaları görüp onları kardeş gibi bağrımıza basmayı öğreniyoruz sayesinde.
Sen şimdi hiç gelmediysen, tatmadıysan İstanbul'u "niye övüyorsunuz paso burayı?" diyorsun. Anlamaya çalışıyorsun bu iğrenç yeri neden sevdiğimizi. Aşk anlatılmaz ki be arkadaşım. Gel yaşa gör, ancak o zaman anlarsın neden bağımlıyız İstanbul'a ve neden her zımbırtıda adı geçiyor anlayacaksın o zaman. Sadece yapabiliyorsan bir kerecik gir kapısından ve sadece Fatih Sultan Mehmet'e değil onu var eden gelmiş geçmiş tüm medeniyetlere şükret!
Son olarak da İstanbul'a adım atar atmaz .mına koymaya meraklı olan abiler bile aslında kim kime koydu anlıyor ve giderken ona türküler düzüyor, biliyoruz.
İlk İstanbul'a geldiğimde köy kafası ile düşünmüştüm: "Lan bu insanlar neden üstüme üstüme geliyor, nereye sığıyor bunlar, herhalde depolarda yaşıyorlar, saat yedide salıyorlar bunları sokaklara." Mantaliteye gel! Bir ay sonra baktım ki ben de koşuyorum o insanlar ile. Kulağımda illa ki bir müzik, kafam önümde bazen elimde bir kitap, bir dergi ile "okula yetiş, vapur kaçtı, tiyatro ne zaman başlıyordu?" soruları kafamda oradan oraya savruluyorum. İstanbul gerçekten bir kadın. Bazen size trip atan bir genç kız, bazen cilve yapan bir yosma, bazen de aşkınızdan ölen bir deli divane aşık. Bazen önünüze öyle kapılar açıyor ki "İşte İstanbul da beni seviyor!" diyorsunuz, bazen de suratınıza öyle bir tokat çakıyor ki "Ulan orospu nereden sevdim seni?" diyorsunuz. Ama ona alışmak mı, en beteri işte o. Gittiğiniz her yerde onu arıyorsunuz. Tıklım tıkış pasajları, tüm sokakta aynı anda kalkan kadehler, hep bir ağızdan söylenen sözler, aynı boğaza küfredilen köşesi, ter kokan sizi ölüme sürükleyen toplu taşıtları, gözyaşlarınızı akıttığınız Haliç'i.. Onu severseniz ve karşılık beklemezseniz güzel İstanbul. Yılmadan sevmenizi istiyor sizden. Her çeşit insanını kucaklarsanız, o da size en gizli semtlerinin en güzel köşelerini açıyor ve davet ediyor ölümsüz aşkına.
İstediğiniz kadar metropol gezin, dünyayı dolaşın. Ama İstanbul'un ruhunu bulamıyorsunuz. Kaldı ki yetmiyor zaten. Arabeskle yoğurulmuş bir medeniyeti hiç bir yer size sunmuyor. Ve biz acının sürekli öğretildiği bu ülkede yetişmiş, " ay ben bienal bienal gezdim, 3500 kitap okudum" diyen o entellerin bile babası Orhan Gencebay dinlerken ve Emrah filmlerini çizgi film yerine izleyen bizler içimizdeki oryantal ruhu İstanbul sayesinde açığa çıkarıyoruz ve ondan kopmak istemiyoruz. Çünkü biliyoruz ki baktığımız panaroma o şehre ait değil, bizim hayat hikayemiz ve elimizdeki Björk biletleri ile Pierre Loti'de çay simit yapmak istiyoruz. Rock Barlarda sarhoş olup ezan sesleri ile ayılıyoruz. Estetiğin hiç var olmadığı İstanbul'da kaostan güzellik çıkartmayı deniyoruz ve başarılı oluyoruz da.
İstanbul aslında kahpe bir kadın değil. O bir anne, onu anlıyoruz. Ülkesinde var olan her kültüre kucak açan, yargılamadan içinde var edebilen, gelenleri değiştirmek yerine kendi değişen ama kardeşler arasındaki kavgaya bir türlü engel olamayan bir anne İstanbul. Onun belki de tek suçu hepimizi kabul edip sevmesi. Gecekondulara kızsak da, "satanist gibi tiplere gel, lan bu totoş nereden çıktı" desek de biz de seviyoruz birbirimizi. Küçük şehrimizde oturup da göremeyeceğimiz dünyaları görüp onları kardeş gibi bağrımıza basmayı öğreniyoruz sayesinde.
Sen şimdi hiç gelmediysen, tatmadıysan İstanbul'u "niye övüyorsunuz paso burayı?" diyorsun. Anlamaya çalışıyorsun bu iğrenç yeri neden sevdiğimizi. Aşk anlatılmaz ki be arkadaşım. Gel yaşa gör, ancak o zaman anlarsın neden bağımlıyız İstanbul'a ve neden her zımbırtıda adı geçiyor anlayacaksın o zaman. Sadece yapabiliyorsan bir kerecik gir kapısından ve sadece Fatih Sultan Mehmet'e değil onu var eden gelmiş geçmiş tüm medeniyetlere şükret!
Son olarak da İstanbul'a adım atar atmaz .mına koymaya meraklı olan abiler bile aslında kim kime koydu anlıyor ve giderken ona türküler düzüyor, biliyoruz.
1 Ağustos 2011 Pazartesi
Havuz Problemi
Havuzun dibinde çalıştığım bu zaman zarfında feci şekilde insan analizi ve çocuk psikanalizi yapmaya başladım. Havuz dediğiniz olay küvetin büyük hali (ya da küvet havuzun küçük hali neyse..). Denizin dibinde oymuşlar yeri, basmışlar klorlu suyu, millet de eğleniyor deli gibi falan. Tabi her yaş grubunun eğlenmeye anlayışı farklı.
Çocuk Havuzu
Minnacık bu havuza bebelerden tutun da 8 yaşa kadar giren IQ'su yerlerde olan bir sürü varlık dalıyor. İyice küçüklerin bezle girmesi, en ufak buruşuk suratla "lan yoksa sıçıyor mu" telaşım bir yana, biraz daha büyükler (kollukla yüzüp yüzme biliyorum diye takılan) beni korkutanlar. Eline geçen her oyuncağı sağa sola atan, su pompasını gözünüze sıkmayı amaç edinmiş bu afacanlar ebeveynlerinin hunharca sürdüğü güneş kremine maruz kalarak bembeyaz dolaşırlar. Çocuk havuzunun alan darlığı ile daraldığınız her anda çocuğu yaka paça tutup havuzda sürüklemek hem onları hem sizi sakinleştiren bir aktivitedir. Diğer yandan ne yapacağını sapıtmış ergenlerin buraya dalıp top oynama isteği ve bir anda çocuk populasyonunun sıfıra inmesi durumunda sizde kaçın, kaçmalısınız.
Büyük Havuz
İnsan tiplerini şimdi inceleyelim;
Tip 1: Ergen tip. Sayın ergenlerin bitmek bilmez enerjisini anlatmaya gerek yok. Libidonun tavan yaptığı bu dönemde, surattaki sivilce sayısına bakmaksızın kendini birşeyler sanma, boru sesli ne çocuk ne genç olan ergenler havuzun canını çıkarmazsa ayıp olur. En başta insan gibi yüzmeyi bilmeyen ergen havuza en saçma biçimde atlama konusunda adeta arkadaşlarıyla yarışır. Bombalama dediğimiz stilin bokunu çıkararak yaşlı genç demeden salıverirler bünyeyi üstlerine. En olmadık ses tonlarıyla bağıra bağıra konuşarak sürekli kahkaha atarlar. Sanırsınız ömründe ilk kez su görüyor. Hele ki havuz kenarında bir kızı gözüne kestirmiş bir ergen varsa aman diim! Artık takla atarak havuza atlamalar mı desem, "vay akşam ne pis içtik yine de birşey olmadı" tarzı hava atmalar mı desem. En acınası durum ise çekilen onca emeğe kızın gram prim vermemesi. Havuza simit yatak tarzı şeyleri koyan bir insan olarak, bu tarz şeylerin en çok ergenlerin ilgisini çektiğini söyleyebilirim. (Hayvan herifler cüssesine bakmadan hırpaladıkları onca timsahı balinayı patlattılar.)
Tip 2: Tikky Kız. Gece dışarı çıkarmışçasına full makyajla ve en abartılı takılar ile havuz ortamına dalan bu kızlarımız, ellerinde BlackBerry'si veya iPhone 4'ü ile sürekli whats app'tan arkadaşlarıyla iletişim halinde olarak, Twitter'a da "Şu anda güneşleniyorum" tarzı bilgilendirmelerini yapmaktan geri kalmaz. Bronz olmak adına sezon boyu 5 kutu kakao yağı bitiren bu genç kızlarımız havuza nadiren girerek sadece döner misali güneşte dönüp dururlar. Bronzlaşma işleminden bunalanlar sadece bir kere kafayı suya sokmama şartı ile havuza girerek serinlerler. Ayrıca bu tip insanlar hiç bir uzluvunu kullanmayarak yüzmeyi dener ve iki metrelik havuzu iki saatte yüzerler. Çıktıktan sonra hemen telefonuna sarılarak "Şimdi yüzdüm. Bodrum'da tatil taaaaam gazzz devammm." tweet'ini atıp güneşlenme işlemine devam eder. Genelde de yalnız takılırlar o kısmını anlamış değilim.
Tip 3: Godfather. 10-12 yaş grubu çocuklarını yüzdürmek adına havuza giren aabilerimizin tek amacı çocuğunu mutlu etmektir ve bu uğurda yapmadığı şebeklik kalmaz. Aman çocuğum boğulmasın, yüzme bilmeyene yüzme öğreteyim, karınları acıktı hemen bir mısır olayına gireyim... Telaşları bitmez allah bitmez. Arada bol seliluitli anneler de dalar havuza, yüzüyor gibi yapıp günlerde öğrendiği suda yağ yakma hareketlerini yapar, kocasını öpüp ben odayı toplayayım biraz der çıkar.
Tip 4: Entel Dantel. Ray-Ban gözlüklerini takıp bulduğu en saçma ve en otantik pareo ile havuza gelen dantellerimiz yanında yığınla gazete ve en kalınından bir kitap ile havuz semalarına çıkarlar. Ne güneşi severler ne de havuzu. Amaç gölge bir yer bulup entelliğinin dibine vurmaktır. Nitekim bir yer bularak saatlerce kitap gazete okuyan danteller, spor amaçlı havuza girerek değme yüzücülere taş çıkararak stilden stile koşarlar yüzerken. Ama havuzdaki ergen anne-baba sayısını düşünürsek yüzmek için alan bulamazlar çoğunlukla ve söylenerek çıkarlar. (Avrupa'da insanlar havuza yüzmek için giriyor, biz onların bin yıl gerisindeyiz. Herşeyin başı eğitim. Blah blah!)
Tip 5: Nine-Dede. Uğraşacak torunları yoksa el ele havuza giren bu tip insanımız gözlükleri çıkarttığı için fazla yüzmeden (görmüyor çünkü) sadece suda beklerler. Tansiyon şeker fırlamasın diye güneş altında durmadıkları için krem peynir rengindeki nineler koca göbeği ve kocaman çiçek motifli mayosu ile yüzmeye çalışır. Yüzme bilip de panik atağı olduğu için simit sosisle yüzen teyzeler zaten yer kaplayan göbeği bir de üstüne o simit ile havuzun bir kısmını kaplar. Tam yeni girdim derken aman ilaç saati kaçıyor diyerek çıkarlar. Bir saat bile güneşte durmayan ninelerimiz dedelerimiz aman fena oldum derken, onlarla yüzen insanların tek endişesi ise "konuşur da takma dişleri havuza düşer" düşüncesidir.
Tip 6: Ben. Son tip insan havuz başında çalışmak durumunda kalan insandır. Mesela çocukların şiddetine maruz kalmaktan, kulağına burnuma klorlu su kaçmasından bıkmış ben. Diğer sorun saçları sevgilinin isteği üzerine sarı yapmam klorlu suyun bu rengi yeşile çevirdiğini öğrenmem, kafayı suya sokmadan yüzmeye çalışan Tip 2 gibi takılmam.(Bir bildiği varmış platin ablanın) Ne kadar eğlenceli gözükse de hem tatil hem iş diye avunsanız da, aslında tatil yapan hizmet verdiğiniz insanlar oluyor. Siz sadece onlar tatilde daha da eğlensin diye kendinizi feda ediyorsunuz. Güzel yanı sezon sonu full bronz olacak olmak. Diğer yandan ayağına kıymık batan çocuğa operasyon yapmak, boğulan varsa kurtarmak tarzı "Sahil Güvenlik" filmi tadında sorumluluklar alıyorsunuz.
Temsili Ben
Evren hepimizi amele yanıklarından korusun. Hepinize iyi ramazanlar.
Çocuk Havuzu
Minnacık bu havuza bebelerden tutun da 8 yaşa kadar giren IQ'su yerlerde olan bir sürü varlık dalıyor. İyice küçüklerin bezle girmesi, en ufak buruşuk suratla "lan yoksa sıçıyor mu" telaşım bir yana, biraz daha büyükler (kollukla yüzüp yüzme biliyorum diye takılan) beni korkutanlar. Eline geçen her oyuncağı sağa sola atan, su pompasını gözünüze sıkmayı amaç edinmiş bu afacanlar ebeveynlerinin hunharca sürdüğü güneş kremine maruz kalarak bembeyaz dolaşırlar. Çocuk havuzunun alan darlığı ile daraldığınız her anda çocuğu yaka paça tutup havuzda sürüklemek hem onları hem sizi sakinleştiren bir aktivitedir. Diğer yandan ne yapacağını sapıtmış ergenlerin buraya dalıp top oynama isteği ve bir anda çocuk populasyonunun sıfıra inmesi durumunda sizde kaçın, kaçmalısınız.
Büyük Havuz
İnsan tiplerini şimdi inceleyelim;
Tip 1: Ergen tip. Sayın ergenlerin bitmek bilmez enerjisini anlatmaya gerek yok. Libidonun tavan yaptığı bu dönemde, surattaki sivilce sayısına bakmaksızın kendini birşeyler sanma, boru sesli ne çocuk ne genç olan ergenler havuzun canını çıkarmazsa ayıp olur. En başta insan gibi yüzmeyi bilmeyen ergen havuza en saçma biçimde atlama konusunda adeta arkadaşlarıyla yarışır. Bombalama dediğimiz stilin bokunu çıkararak yaşlı genç demeden salıverirler bünyeyi üstlerine. En olmadık ses tonlarıyla bağıra bağıra konuşarak sürekli kahkaha atarlar. Sanırsınız ömründe ilk kez su görüyor. Hele ki havuz kenarında bir kızı gözüne kestirmiş bir ergen varsa aman diim! Artık takla atarak havuza atlamalar mı desem, "vay akşam ne pis içtik yine de birşey olmadı" tarzı hava atmalar mı desem. En acınası durum ise çekilen onca emeğe kızın gram prim vermemesi. Havuza simit yatak tarzı şeyleri koyan bir insan olarak, bu tarz şeylerin en çok ergenlerin ilgisini çektiğini söyleyebilirim. (Hayvan herifler cüssesine bakmadan hırpaladıkları onca timsahı balinayı patlattılar.)
Tip 2: Tikky Kız. Gece dışarı çıkarmışçasına full makyajla ve en abartılı takılar ile havuz ortamına dalan bu kızlarımız, ellerinde BlackBerry'si veya iPhone 4'ü ile sürekli whats app'tan arkadaşlarıyla iletişim halinde olarak, Twitter'a da "Şu anda güneşleniyorum" tarzı bilgilendirmelerini yapmaktan geri kalmaz. Bronz olmak adına sezon boyu 5 kutu kakao yağı bitiren bu genç kızlarımız havuza nadiren girerek sadece döner misali güneşte dönüp dururlar. Bronzlaşma işleminden bunalanlar sadece bir kere kafayı suya sokmama şartı ile havuza girerek serinlerler. Ayrıca bu tip insanlar hiç bir uzluvunu kullanmayarak yüzmeyi dener ve iki metrelik havuzu iki saatte yüzerler. Çıktıktan sonra hemen telefonuna sarılarak "Şimdi yüzdüm. Bodrum'da tatil taaaaam gazzz devammm." tweet'ini atıp güneşlenme işlemine devam eder. Genelde de yalnız takılırlar o kısmını anlamış değilim.
Tip 3: Godfather. 10-12 yaş grubu çocuklarını yüzdürmek adına havuza giren aabilerimizin tek amacı çocuğunu mutlu etmektir ve bu uğurda yapmadığı şebeklik kalmaz. Aman çocuğum boğulmasın, yüzme bilmeyene yüzme öğreteyim, karınları acıktı hemen bir mısır olayına gireyim... Telaşları bitmez allah bitmez. Arada bol seliluitli anneler de dalar havuza, yüzüyor gibi yapıp günlerde öğrendiği suda yağ yakma hareketlerini yapar, kocasını öpüp ben odayı toplayayım biraz der çıkar.
Tip 4: Entel Dantel. Ray-Ban gözlüklerini takıp bulduğu en saçma ve en otantik pareo ile havuza gelen dantellerimiz yanında yığınla gazete ve en kalınından bir kitap ile havuz semalarına çıkarlar. Ne güneşi severler ne de havuzu. Amaç gölge bir yer bulup entelliğinin dibine vurmaktır. Nitekim bir yer bularak saatlerce kitap gazete okuyan danteller, spor amaçlı havuza girerek değme yüzücülere taş çıkararak stilden stile koşarlar yüzerken. Ama havuzdaki ergen anne-baba sayısını düşünürsek yüzmek için alan bulamazlar çoğunlukla ve söylenerek çıkarlar. (Avrupa'da insanlar havuza yüzmek için giriyor, biz onların bin yıl gerisindeyiz. Herşeyin başı eğitim. Blah blah!)
Tip 5: Nine-Dede. Uğraşacak torunları yoksa el ele havuza giren bu tip insanımız gözlükleri çıkarttığı için fazla yüzmeden (görmüyor çünkü) sadece suda beklerler. Tansiyon şeker fırlamasın diye güneş altında durmadıkları için krem peynir rengindeki nineler koca göbeği ve kocaman çiçek motifli mayosu ile yüzmeye çalışır. Yüzme bilip de panik atağı olduğu için simit sosisle yüzen teyzeler zaten yer kaplayan göbeği bir de üstüne o simit ile havuzun bir kısmını kaplar. Tam yeni girdim derken aman ilaç saati kaçıyor diyerek çıkarlar. Bir saat bile güneşte durmayan ninelerimiz dedelerimiz aman fena oldum derken, onlarla yüzen insanların tek endişesi ise "konuşur da takma dişleri havuza düşer" düşüncesidir.
Tip 6: Ben. Son tip insan havuz başında çalışmak durumunda kalan insandır. Mesela çocukların şiddetine maruz kalmaktan, kulağına burnuma klorlu su kaçmasından bıkmış ben. Diğer sorun saçları sevgilinin isteği üzerine sarı yapmam klorlu suyun bu rengi yeşile çevirdiğini öğrenmem, kafayı suya sokmadan yüzmeye çalışan Tip 2 gibi takılmam.(Bir bildiği varmış platin ablanın) Ne kadar eğlenceli gözükse de hem tatil hem iş diye avunsanız da, aslında tatil yapan hizmet verdiğiniz insanlar oluyor. Siz sadece onlar tatilde daha da eğlensin diye kendinizi feda ediyorsunuz. Güzel yanı sezon sonu full bronz olacak olmak. Diğer yandan ayağına kıymık batan çocuğa operasyon yapmak, boğulan varsa kurtarmak tarzı "Sahil Güvenlik" filmi tadında sorumluluklar alıyorsunuz.
Temsili Ben
Evren hepimizi amele yanıklarından korusun. Hepinize iyi ramazanlar.
19 Temmuz 2011 Salı
Ağlamayın uleyn!
Sevgili canlar, yine ben yine Bodrum. Bu sene Kids Club denilen cehennem gibi bir cennetteyim. (Bu benzetmeyi anlamanız için lütfen yazının devamını okuyun) Öncelikle yaptığım iş sözleşmesinde çocuk animatörü olarak geçmekle beraber esasında çocuklara havuzda oyun oynatmak, içeride resim ve oyuncaklarla yapılan olaylar olarak değişmektedir. Bunun yanı sıra akşam baby sitting olayına da giriyorum. Biliyorum okuyanların %90'ı (yani 5 kişiden 4'ü) havuz olayına takıldı ama canlar yaptığım altı saatlik mesaide maksimum iki saat havuzda olmakla beraber diğer zamanlarda çocukları tuvalete sokmak onlarla almanca fransızca ingilizce çizgi film izlemek gibi işkence çekiyorum. Mesela 3 gün çalışmış olmama rağmen her gün ice age filmini izlemeyi başardım, bunun yanı sıra da almanca bir sürü çizgi film izledim. (Çok anlıyormuş gibi) Trajik-komik tarafı ise anlamadığım şeyleri izlerken çocukların anlamadığım dilde yorum yaparak hırsla gülmeleri. Belki bana sövüyor ama iyi niyetli düşünüp bende onlarla gülüyorum.
Bir de resim saatleri var ki aman aman! Bir mahlukat düşünün ki kağıt hariç her yere resim yapıyor. Haklarını yemek istemiyorum normal çocuklar da geliyor. Ama o anormal çocuklar bütün kadınlık içgüdümü, doğurma isteğimi aldı götürdü. 3 gündür kafama aldığım top ve oyuncak darbeleri ile sanıyorum ki sezon sonunda bir embesile dönüşeceğim. Resim yapmaktan aldığım zevk de yerini nefrete bırakacak. Ey durdan çüşten anlamayan çocuklar dua edin ki iyi maaş alıyorum, yoksa bazen o havuzda kullandığınız makarnalar ile sizi boğmak istiyorum. Bu kadar cani değilim tabi ki de severek yapıyorum çünkü biliyorum otelin en berbat bölümünden (servis) en rahat yerine geçtim. Sabah 10 akşam 6 mesai öğlen bir buçuk saat ara ve haftada bir gün tatil, üstüne para veriyorlar lan, bide ekstradan akşam çocuk bakarsam değmeyin keyfime. Ama davulun sesi uzaktan hoş gelir diye boşuna demiyorlar.
Geçen akşam ilk baby sittinglik deneyimimi yaşamış bulunuyorum. Annesi alman babası hollandalı bir kız bir erkek çocuğa dört saat bakmak durumunda kaldım. Sizin gibi sanıyordum ki onlar mışıl mışıl uyuyacak bende ayakları uzatıp kitap okuyacaktım ve oturduğum yerden para kazanacaktım. Odaya girmemle beraber çocukların daha uyutulmadığını gördüm. Sadece annesi babası çocukları zorla yatağa sokup uyuyun dedi, bana acil birşey olursa diye telefon numarası bırakıp gitti. Bende kuruldum alt kata. Daha beş dakika olmadan tıkır tıkır sesler gelmeye başladı. Hemen otoritemi koymak adına yukarı çıktım. Philip ve Amelie adlı afacanlar 3 ila 5 yaş arası oldukları için ingilizce bilmemekle beraber benim almancaya dair tek bilgim ise lisede 2 sene zorla kopya ile geçtiğim dersten ibaretti. Öyle ki almanca sadece adımı söylüyor ve "Das ist eine kasebrot." (Bu bir peynirli ekmek) diyebiliyorum. Varın halimi siz düşünün. Önce küçük olan söylene söylene tuvalete girdi çişini yaptı. Dedim çocuk asabiyete bağladı çişi var diye. Sonra yatar yatmaz Filip adlı arkadaşımız yaklaşık bir saat sürecek olan "Anneee, annee" diye ağlama törenine başladı. Olmayan almancamla çocuğu sakinleştirmeye çalıştıkça ecel terleri döktüm. Ablası ingilizceyi anlamasına rağmen o kadar yalvarmama karşılık tek kelime edip kardeşini susturmadı, sadece bizi izledi. Sağdan soldan bulduğum şekerler "Du libst mich, ja? So, sleep now." (beni seviyorsun değil mi? O zaman uyu şimdi) tarzı saçma salak cümleler ile çocuğu bir şekilde avuttum. Son olarak da çareyi onlarla uyumak da buldum. Tüm ışıkları kapatıp uyuyor gibi yaparken onlardan önce uykuya dalmamak için bir insanlık savaşı verdim. Neyse ki sonuç olarak zafer benim oldu ve ikisi de sızdı. Saçma soruma evet seni seviyorum diyen ufaklık en sonunda uyurken elimi çekip göğsüne koydu ve tutarak uykuya daldı (canım yaa!). Sonuç mutlu sondu. Ama uyumuş olmaları değil, 4 saat yaptığım bu savaşın her saati için 20 euro kazanmam beni mutlu sona götürdü. Gerçi hala muhasebeden parayı alamadım ama alacağımı bilmek bile bana güç veriyor.
Zafer Fotoğrafı
Son olarak ya bir daha dilini bilmediğim veletlere uyku hapı içireceğim ya da almanca kursuna başlayacağım.
Bir de resim saatleri var ki aman aman! Bir mahlukat düşünün ki kağıt hariç her yere resim yapıyor. Haklarını yemek istemiyorum normal çocuklar da geliyor. Ama o anormal çocuklar bütün kadınlık içgüdümü, doğurma isteğimi aldı götürdü. 3 gündür kafama aldığım top ve oyuncak darbeleri ile sanıyorum ki sezon sonunda bir embesile dönüşeceğim. Resim yapmaktan aldığım zevk de yerini nefrete bırakacak. Ey durdan çüşten anlamayan çocuklar dua edin ki iyi maaş alıyorum, yoksa bazen o havuzda kullandığınız makarnalar ile sizi boğmak istiyorum. Bu kadar cani değilim tabi ki de severek yapıyorum çünkü biliyorum otelin en berbat bölümünden (servis) en rahat yerine geçtim. Sabah 10 akşam 6 mesai öğlen bir buçuk saat ara ve haftada bir gün tatil, üstüne para veriyorlar lan, bide ekstradan akşam çocuk bakarsam değmeyin keyfime. Ama davulun sesi uzaktan hoş gelir diye boşuna demiyorlar.
Geçen akşam ilk baby sittinglik deneyimimi yaşamış bulunuyorum. Annesi alman babası hollandalı bir kız bir erkek çocuğa dört saat bakmak durumunda kaldım. Sizin gibi sanıyordum ki onlar mışıl mışıl uyuyacak bende ayakları uzatıp kitap okuyacaktım ve oturduğum yerden para kazanacaktım. Odaya girmemle beraber çocukların daha uyutulmadığını gördüm. Sadece annesi babası çocukları zorla yatağa sokup uyuyun dedi, bana acil birşey olursa diye telefon numarası bırakıp gitti. Bende kuruldum alt kata. Daha beş dakika olmadan tıkır tıkır sesler gelmeye başladı. Hemen otoritemi koymak adına yukarı çıktım. Philip ve Amelie adlı afacanlar 3 ila 5 yaş arası oldukları için ingilizce bilmemekle beraber benim almancaya dair tek bilgim ise lisede 2 sene zorla kopya ile geçtiğim dersten ibaretti. Öyle ki almanca sadece adımı söylüyor ve "Das ist eine kasebrot." (Bu bir peynirli ekmek) diyebiliyorum. Varın halimi siz düşünün. Önce küçük olan söylene söylene tuvalete girdi çişini yaptı. Dedim çocuk asabiyete bağladı çişi var diye. Sonra yatar yatmaz Filip adlı arkadaşımız yaklaşık bir saat sürecek olan "Anneee, annee" diye ağlama törenine başladı. Olmayan almancamla çocuğu sakinleştirmeye çalıştıkça ecel terleri döktüm. Ablası ingilizceyi anlamasına rağmen o kadar yalvarmama karşılık tek kelime edip kardeşini susturmadı, sadece bizi izledi. Sağdan soldan bulduğum şekerler "Du libst mich, ja? So, sleep now." (beni seviyorsun değil mi? O zaman uyu şimdi) tarzı saçma salak cümleler ile çocuğu bir şekilde avuttum. Son olarak da çareyi onlarla uyumak da buldum. Tüm ışıkları kapatıp uyuyor gibi yaparken onlardan önce uykuya dalmamak için bir insanlık savaşı verdim. Neyse ki sonuç olarak zafer benim oldu ve ikisi de sızdı. Saçma soruma evet seni seviyorum diyen ufaklık en sonunda uyurken elimi çekip göğsüne koydu ve tutarak uykuya daldı (canım yaa!). Sonuç mutlu sondu. Ama uyumuş olmaları değil, 4 saat yaptığım bu savaşın her saati için 20 euro kazanmam beni mutlu sona götürdü. Gerçi hala muhasebeden parayı alamadım ama alacağımı bilmek bile bana güç veriyor.
Zafer Fotoğrafı
Son olarak ya bir daha dilini bilmediğim veletlere uyku hapı içireceğim ya da almanca kursuna başlayacağım.
10 Temmuz 2011 Pazar
Hikayenin Sonu
Herşey başlar ve herşey biter. Akademik hayatıma da nokta koyarken inadına mutluyum, inadına daha umutluyum. Deli dolu o yılları özleyeceğim elbette ama büyümüş olmanın verdiği özgüven, paranın kokusunu yavaştan almaya başlamak (yaşasın kapitalizm!) ve arkadaşlarımı kaybetmeyeceğimi biliyor olmak beni mutlu ediyor. Hep lise ortaokul biterken üzüldük, çünkü biliyorduk ki bir daha o yıllar gelmeyecek üstelik arkadaşları da kaybedeceğiz. Ama söz konusu üniversite ise öyle olmuyormuş. Hepiniz aynı şehirde çalışmaya başlıyor birer yetişkin olarak görüşmeye devam ediyormuşsunuz. Belki de biz şanslı taraftayız, İstanbul gibi büyük bir şehirde okumak arkadaşlardan kopmak değil, aksine birbirine daha da bağlanmak demek. İş bulma gibi bu sancılı süreçte seni anlayan aynı işi arayan insanlarla yakın olmak inanılmaz bir güç veriyor.
Şu anda hepimiz tatil modundayız biliyorum iş bakanlar da fasaryadan belki paralı bir işe denk gelirler diye bakıyor :) Ama tatil hiç hak etmediğimiz kadar hakkımız bu sene. Son sene çekilen stres, bir ders bile kalmasın telaşı, mezuniyet balosunda ne giyeceğim derdi, kepleri aldık fotolar ne olacak sorusu, çılgınlar gibi yapılan bir koşuşturmadır gitti. Hepsi aynı anda öyle çabuk olup bitti ki ne olduğunu anlayamadık. Ben şahsen beynimi kullanmadığım bu zamanların hiç bitmemesini istemekle beraber, evde idiot gibi tavanı izlemeyi, kaşına kaşına uyumayı, en dandik magazin programını izlemeyi tercih ediyorum. Über zeka olduğum bu dönemde tüm gerizekalı aktivite haklarımı kullanma derdindeyim. İşe başlayana kadar benim son özgürlük anlarım olan bu bir iki ay böyle geçecek. Bu sıkıntılı dönemde bırakın internete bakmayı aynayı bile bakmayı unutan ben tüm yaz kafayı bilgisayara gömmeyi düşünüyorum mesela. Gezeceğim tozacağım tabii ki ama inanın bulmaca çözmek bile istemiyorum.
Diğer yandan balo, fotoğraf ve tüm zımbırtılarla uğraşarak kah sinir oldum kah mutlu oldum ama sonuçtan en çok ben memnun oldum sanırım. Okulumun kimileri gibi uzamış olması da an itibariyle umrumda değildir. Çünkü artık istesem de istemesem de iş hayatına başlıyorum. (Yaktın beni Ricardo!) Önümüzde bir sürü soru var. Ne iş yapacağız, yeterli para kazanacak mıyız ve en önemlisi mutlu olacak mıyız? Hepimiz en iyisini umut ediyoruz biliyorum. Ama maalesef kimimiz sıkıntılı bir sürece girecek, kimimiz bazılarımızdan daha şanslı olacak. Mesela sınıfta formasyon almayan nadir insanlardan biri olan ben kesin bir kursta hocalık yapmaya başlayacağım! :) Fakat inanıyorum ki her şekilde de mutlu olacağız. Kendi mücadelemizi veriyor oluşumuz, bir şekilde seçtiğimiz mesleği iyi kötü yapıyor olmak bizi mutlu edecek. İş bulamazsak ya da bazı şeyler planladığımız gibi gitmezse yine de pes etmeyeceğiz. Artık emeklerimizin karşılık göreceği bir dönemdeyiz. İstediğimiz yere gelene kadar, bazen de daha fazlası için hayat yolunda emin adımlarla ilerleyeceğiz. Belki önce açlık çekeceğiz, faturaları hesap etmeye başlayacağız ilk defa, patronla kavga edeceğiz, hakkımızı almayacağız. Ama sorun yok çünkü biz dört sene öğrencilik mesleğinde emek harcayıp bu müesseden emekli olmuş açlığa talim yaşamış dayanıklı bireyleriz. ;)
Herşey istediğimiz gibi olacak ve tam da bir sene sonra sangrialarımızı yudumluyor olacağız karşılıklı.Benim gibi şu anda İstanbul'da evi bile olmayan bir insan bile rahat olabiliyorsa siz de rahat olun, haydi bırakın düşünmeyi, beyinlerimizin çok yorgun olduğu bu dönemde ihtiyacımız olan tek şey yaz boyu embesil olmak. Bana güvenin, şimdi arkanıza yaslanın, elinize kumandayı alın ve Flash TV'yi açın, bakın nasıl da iyi geliyor.
İyi tatiller.
Şu anda hepimiz tatil modundayız biliyorum iş bakanlar da fasaryadan belki paralı bir işe denk gelirler diye bakıyor :) Ama tatil hiç hak etmediğimiz kadar hakkımız bu sene. Son sene çekilen stres, bir ders bile kalmasın telaşı, mezuniyet balosunda ne giyeceğim derdi, kepleri aldık fotolar ne olacak sorusu, çılgınlar gibi yapılan bir koşuşturmadır gitti. Hepsi aynı anda öyle çabuk olup bitti ki ne olduğunu anlayamadık. Ben şahsen beynimi kullanmadığım bu zamanların hiç bitmemesini istemekle beraber, evde idiot gibi tavanı izlemeyi, kaşına kaşına uyumayı, en dandik magazin programını izlemeyi tercih ediyorum. Über zeka olduğum bu dönemde tüm gerizekalı aktivite haklarımı kullanma derdindeyim. İşe başlayana kadar benim son özgürlük anlarım olan bu bir iki ay böyle geçecek. Bu sıkıntılı dönemde bırakın internete bakmayı aynayı bile bakmayı unutan ben tüm yaz kafayı bilgisayara gömmeyi düşünüyorum mesela. Gezeceğim tozacağım tabii ki ama inanın bulmaca çözmek bile istemiyorum.
Diğer yandan balo, fotoğraf ve tüm zımbırtılarla uğraşarak kah sinir oldum kah mutlu oldum ama sonuçtan en çok ben memnun oldum sanırım. Okulumun kimileri gibi uzamış olması da an itibariyle umrumda değildir. Çünkü artık istesem de istemesem de iş hayatına başlıyorum. (Yaktın beni Ricardo!) Önümüzde bir sürü soru var. Ne iş yapacağız, yeterli para kazanacak mıyız ve en önemlisi mutlu olacak mıyız? Hepimiz en iyisini umut ediyoruz biliyorum. Ama maalesef kimimiz sıkıntılı bir sürece girecek, kimimiz bazılarımızdan daha şanslı olacak. Mesela sınıfta formasyon almayan nadir insanlardan biri olan ben kesin bir kursta hocalık yapmaya başlayacağım! :) Fakat inanıyorum ki her şekilde de mutlu olacağız. Kendi mücadelemizi veriyor oluşumuz, bir şekilde seçtiğimiz mesleği iyi kötü yapıyor olmak bizi mutlu edecek. İş bulamazsak ya da bazı şeyler planladığımız gibi gitmezse yine de pes etmeyeceğiz. Artık emeklerimizin karşılık göreceği bir dönemdeyiz. İstediğimiz yere gelene kadar, bazen de daha fazlası için hayat yolunda emin adımlarla ilerleyeceğiz. Belki önce açlık çekeceğiz, faturaları hesap etmeye başlayacağız ilk defa, patronla kavga edeceğiz, hakkımızı almayacağız. Ama sorun yok çünkü biz dört sene öğrencilik mesleğinde emek harcayıp bu müesseden emekli olmuş açlığa talim yaşamış dayanıklı bireyleriz. ;)
Herşey istediğimiz gibi olacak ve tam da bir sene sonra sangrialarımızı yudumluyor olacağız karşılıklı.Benim gibi şu anda İstanbul'da evi bile olmayan bir insan bile rahat olabiliyorsa siz de rahat olun, haydi bırakın düşünmeyi, beyinlerimizin çok yorgun olduğu bu dönemde ihtiyacımız olan tek şey yaz boyu embesil olmak. Bana güvenin, şimdi arkanıza yaslanın, elinize kumandayı alın ve Flash TV'yi açın, bakın nasıl da iyi geliyor.
İyi tatiller.
11 Haziran 2011 Cumartesi
Karanlıkta Kar Yağıyor
Ne maveradan ses duymak,
ne satırların nescine koymak o "anlaşılmayan şeyi",
ne bir kuyumcu merakıyla işlemek kafiyeyi,
ne güzel laf, ne derin kelam...
Çok şükür
hepsinin
hepsinin üstündeyim bu akşam.
Bu akşam
bir sokak şarkıcısıyım hünersiz bir sesim var;
sana,
senin işitemeyeceğin bir şarkıyı söyleyen bir ses.
Karanlıkta kar yağıyor,
sen Madrid kapısındasın.
Karşında en güzel şeylerimizi
ümidi, hasreti, hürriyeti
ve çocukları öldüren bir ordu.
Kar yağıyor.
Ve belki bu akşam
ıslak ayakların üşüyordur.
Kar yağıyor,
ve ben şimdi düşünürken seni
şurana bir kurşun saplanabilir
ve artık bir daha
ne kar, ne rüzgar, ne gece...
Kar yağıyor
ve sen böyle "No pasaran" deyip
Madrid kapısına dikilmeden önce
herhalde vardın.
Kimdin, nerden geldin, ne yapardın?
Ne bileyim,
mesela;
Astorya kömür ocaklarından gelmiş olabilirsin.
Belki alnında kanlı bir sargı vardır ki
kuzeyde aldığın yarayı saklamaktadır.
Ve belki varoşlarda son kurşunu atan sendin
"Yunkers" motorları yakarken Bilbao'yu.
Veyahut herhangi bir
Konte Fernando Valaskerosi de Kortoba'nın çiftliğinde
ırgatlık etmişindir.
Belki "Plasa da Sol" da küçük bir dükkanın vardı,
renkli İspanyol yemişleri satardın.
Belki hiçbir hünerin yoktu, belki gayet güzeldi sesin.
Belki felsefe talebesi, belki hukuk fakültesindensin
ve parçalandı üniversite mahallesinde
bir İtalyan tankının tekerlekleri altında kitapların.
Belki dinsizsin,
belki boynunda bir sicim, bir küçük hac.
Kimsin, adın ne, tevellüdün kaç?
Yüzünü hiç görmedim ve görmeyeceğim.
Bilmiyorum
belki yüzün hatırlatır
Sibirya'da Kolçak'ı yenenleri
belki yüzünün bir tarafı biraz
bizim Dumlupınar'da yatana benziyordur
ve belki bir parça hatırlatıyorsun Robespiyer'i.
Yüzünü hiç görmedim ve görmeyeceğim,
adımı duymadın ve hiç duymayacaksın.
Aramızda denizler, dağlar,
benim kahrolası aczim
ve "Ademi Müdahale Komitesi" var.
Ben ne senin yanına gelebilir,
ne sana bir kasa kurşun,
bir sandık taze yumurta,
bir çift yün çorap gönderebilirim.
Halbuki biliyorum,
bu soğuk karlı havalarda
iki çıplak çocuk gibi üşümektedir
Madrid kapısını bekleyen ıslak ayakların.
Biliyorum,
ne kadar büyük, ne kadar güzel şey varsa,
insanoğulları daha ne kadar büyük
ne kadar güzel şey yaratacaklarsa,
yani o korkunç hasreti, daüssılası içimin
güzel gözlerindedir
Madrid kapısındaki nöbetçimin.
Ve ben ne yarın, ne dün, ne bu akşam
onu sevmekten başka bir şey yapamam.
25.12.1937
Nazım Hikmet Ran
Not: Final dönemimde İspanya İç Savaşına çalışırken paylaşmadan edemeyeceğim güzel insanın şiiri.
ne satırların nescine koymak o "anlaşılmayan şeyi",
ne bir kuyumcu merakıyla işlemek kafiyeyi,
ne güzel laf, ne derin kelam...
Çok şükür
hepsinin
hepsinin üstündeyim bu akşam.
Bu akşam
bir sokak şarkıcısıyım hünersiz bir sesim var;
sana,
senin işitemeyeceğin bir şarkıyı söyleyen bir ses.
Karanlıkta kar yağıyor,
sen Madrid kapısındasın.
Karşında en güzel şeylerimizi
ümidi, hasreti, hürriyeti
ve çocukları öldüren bir ordu.
Kar yağıyor.
Ve belki bu akşam
ıslak ayakların üşüyordur.
Kar yağıyor,
ve ben şimdi düşünürken seni
şurana bir kurşun saplanabilir
ve artık bir daha
ne kar, ne rüzgar, ne gece...
Kar yağıyor
ve sen böyle "No pasaran" deyip
Madrid kapısına dikilmeden önce
herhalde vardın.
Kimdin, nerden geldin, ne yapardın?
Ne bileyim,
mesela;
Astorya kömür ocaklarından gelmiş olabilirsin.
Belki alnında kanlı bir sargı vardır ki
kuzeyde aldığın yarayı saklamaktadır.
Ve belki varoşlarda son kurşunu atan sendin
"Yunkers" motorları yakarken Bilbao'yu.
Veyahut herhangi bir
Konte Fernando Valaskerosi de Kortoba'nın çiftliğinde
ırgatlık etmişindir.
Belki "Plasa da Sol" da küçük bir dükkanın vardı,
renkli İspanyol yemişleri satardın.
Belki hiçbir hünerin yoktu, belki gayet güzeldi sesin.
Belki felsefe talebesi, belki hukuk fakültesindensin
ve parçalandı üniversite mahallesinde
bir İtalyan tankının tekerlekleri altında kitapların.
Belki dinsizsin,
belki boynunda bir sicim, bir küçük hac.
Kimsin, adın ne, tevellüdün kaç?
Yüzünü hiç görmedim ve görmeyeceğim.
Bilmiyorum
belki yüzün hatırlatır
Sibirya'da Kolçak'ı yenenleri
belki yüzünün bir tarafı biraz
bizim Dumlupınar'da yatana benziyordur
ve belki bir parça hatırlatıyorsun Robespiyer'i.
Yüzünü hiç görmedim ve görmeyeceğim,
adımı duymadın ve hiç duymayacaksın.
Aramızda denizler, dağlar,
benim kahrolası aczim
ve "Ademi Müdahale Komitesi" var.
Ben ne senin yanına gelebilir,
ne sana bir kasa kurşun,
bir sandık taze yumurta,
bir çift yün çorap gönderebilirim.
Halbuki biliyorum,
bu soğuk karlı havalarda
iki çıplak çocuk gibi üşümektedir
Madrid kapısını bekleyen ıslak ayakların.
Biliyorum,
ne kadar büyük, ne kadar güzel şey varsa,
insanoğulları daha ne kadar büyük
ne kadar güzel şey yaratacaklarsa,
yani o korkunç hasreti, daüssılası içimin
güzel gözlerindedir
Madrid kapısındaki nöbetçimin.
Ve ben ne yarın, ne dün, ne bu akşam
onu sevmekten başka bir şey yapamam.
25.12.1937
Nazım Hikmet Ran
Not: Final dönemimde İspanya İç Savaşına çalışırken paylaşmadan edemeyeceğim güzel insanın şiiri.
Zeus'un Kızı
Kazdağımı özledim ben, annemin hazırladığı kahvaltıları, yazlıkta kuzenlerle sabahlara kadar hiç bir sebep yokken gülmeyi özledim. Bir sabah uyansam gözlerimi temiz havaya, canım Ege'me açsam. Sofrada ayvalık zeytinleri olsa, yanında incir reçeli, taptaze demlenmiş çay ve bir parça da huzur olsa.Tek derdim denize gidip yüzmek, bronzlaşmak olsa. Öğlen birde insem denize, tüm yorgunluğum gidene kadar, Zeus'un yüzdüğü denizlerde yıkansam. Sonra Afrodit'in yıkadığı taşlarda yatsam, Zeus'un nefesi ile kurusam.Tüm masumiyetimle Paris'in altın elmayı bana getirmesini beklesem.Geçen simitçi ablanın sesiyle uyansam sonra bedenimi susamın enfes tadıyla doyursam. Sonra eve gitsem koşa koşa. Tüm aile sofrada olsa yine eski günler gibi, mangal keyfi yapıp eğlensek yine, akşam için tek derdimiz hemen duş alıp dışarı çıkmak olsa. Beyaz şarabımız ile gazozumuzu alsak. Çakma şampanyamız ile ne kadar değerli olduğunu bilmediğimiz mutluluğumuzu kutlasak.
Bir yarım saat daha durmak için yalvalarılan rituellerden sonra balkonda sabahlamalar başlasa, bi kaç arkadaş sabah beşte denize girmek için ayartsa bizi. Evden kaçıp denize girsek, sonra üşüyerek koşa koşa eve dönsek, dedeme yakalansak. Bir gülümsemeyle alsak gönülünü. Sabah ananem onlar erken geldi derken teyzem yok 2de geldiler dese bizi ele verse :) Kendimize yapay heyecanlar üretip herkesten çok eğlensek. Yakalanmamızı ertesi gün koca bir pasta yaparak ödüllendirsem ve 2 saatte yaptığım pasta beş dakikada bitse. Evde yine on kişi kalsak ama kimse kimseden rahatsız olmasa. Bir sabah babam arasa, Kazdağının zirvelerine çıksak. Tüm Ege ayaklarımızın altında Sarı Kız'a dua etsek, dağ köylerinde fırından yeni çıkmış ekmeğimizle kahvaltı yapsak sonra hamaklarda şekerleme yapıp rüyalara dalsak. İnsanlar da yiyecekler de organik olsa. 3 ay bu tatlı monotonluğun içinde geçse ve biz beyinlerimizi hiç kullanmasak. Ama bu sefer bir fark olsa ve yaşadıklarımızın kıymetini bilsek...
...
Bu yazımda müzik paylaşmak isterdim sizinle ama Altınoluk'ta bizim tek müziğimiz denizin sesi ve sinek vızıltılarıydı, bir de geceleri geçen sinek ilacı arabaları :)
Korusu koru bizi!
Bir yarım saat daha durmak için yalvalarılan rituellerden sonra balkonda sabahlamalar başlasa, bi kaç arkadaş sabah beşte denize girmek için ayartsa bizi. Evden kaçıp denize girsek, sonra üşüyerek koşa koşa eve dönsek, dedeme yakalansak. Bir gülümsemeyle alsak gönülünü. Sabah ananem onlar erken geldi derken teyzem yok 2de geldiler dese bizi ele verse :) Kendimize yapay heyecanlar üretip herkesten çok eğlensek. Yakalanmamızı ertesi gün koca bir pasta yaparak ödüllendirsem ve 2 saatte yaptığım pasta beş dakikada bitse. Evde yine on kişi kalsak ama kimse kimseden rahatsız olmasa. Bir sabah babam arasa, Kazdağının zirvelerine çıksak. Tüm Ege ayaklarımızın altında Sarı Kız'a dua etsek, dağ köylerinde fırından yeni çıkmış ekmeğimizle kahvaltı yapsak sonra hamaklarda şekerleme yapıp rüyalara dalsak. İnsanlar da yiyecekler de organik olsa. 3 ay bu tatlı monotonluğun içinde geçse ve biz beyinlerimizi hiç kullanmasak. Ama bu sefer bir fark olsa ve yaşadıklarımızın kıymetini bilsek...
...
Bu yazımda müzik paylaşmak isterdim sizinle ama Altınoluk'ta bizim tek müziğimiz denizin sesi ve sinek vızıltılarıydı, bir de geceleri geçen sinek ilacı arabaları :)
Korusu koru bizi!
3 Haziran 2011 Cuma
¡Spanglish!
İngilizce ve ispanyolca bilen bir şahsiyet olarak hala ingilizcenin kandan bir akraba, ispanyolcanın ise üvey evlat gibi gelmesi garip durum yaratıyor bende. İki dilin de artısı eksisi var tabii ki kalkıp burada filoloji dersi vermeyeceğim. Amma ve lakin öncelikle ispanyolların (fransızları da unutmuş değilim) iğrenç ingilizce konuşmasını incelemek istiyorum. Ya bunlar millet olarak dile karşı yeteneksiz ya da inadına konuşmuyorlar, anlamış değilim. Tabii ki de kalksın bana aksan yapsın demiyorum da insan biraz çabalar yahu ispanyolca gibi ingilizce konuş gitsin mantığı ile yürümez bu gemi. Bu ne koy göte rahvan gitsincilik?
YouTube'da bakıyorum bir sürü deli manyak "como es mi acento ingles?" (İngilizce aksanım nasıl?) diye video koymuş, millete soruyor. Ey İspanya, bu çocuklara bir ön ayak ol da eğitim sistemini düzelt, adam gibi konuşsunlar. İki dilin aksanları çok çok farklı bunu biliyorum ama bizim türkçenin de ingilizceye benzer yanı yok yani, biz de kasıyoruz. Tamam herkes bilmesin de be hey akılsız kalk sen dünyayı dolaş ama ingilizce bilme, gel beyazıtta ispanyolca yer sor. Ne halin varsa gör diyesi geliyor insanın. En nihayetinde benim alnımda ispanyolca bilir yazmadığına göre manyaklık bunlarda. Sanki Türkiye'de kime sorsan ispanyolca biliyor. Biz üçüncü beşinci dünya ülkesiyiz ondan öğrenmeye uğraşıyoruz dediğinizi duyar gibiyim. Peki sorarım size ispanyollar Avrupa'da da noluyor? Bir katkıları mı var dünyaya göbek atmaktan başka? Git Sulukuleye oradaki adamda göbek atıyor ama kimse AB'ye almıyor onları.
İngilizceye gelirsek; hala yerleşmiş bu temel sarsılmadı sarsılmayacak beyinlerde. Adamlar her yerde çünkü, kitaplar, filmler, şarkılar, hatta bir çok iş alanında terimler ingilizce artık. İster istemez unutmuyoruz veya öğreniyoruz. İngilizceyi de amerikan ve ingiliz aksanı diye ayırırsak ben ingiliz aksanını seçiyorum canlar. Evet, amerikan aksanı daha anlaşılır falan ama sonuçta bu adamlar da ingilizlerden öğrenmiş bu dili. Ben anavatanına saygı duyarım. (Evet İngiltere aşığıyım bir de, o ayrı.) Zaten amerikan ingilizcesi dediğin bir milletin kendini yaydığının göstergesi. Bir yanda BBC haber bülteni var, diğer yanda zenci muhabbeti. "Aman özgürlük elde ettik içine edelim dillerinin gitsin." (Giv mi e hayfayf, oo çek it aut, fak yu madafaka etc.)
Lakin bir de bu iki dilin karışmış şekli var ki aman diyim dostlar. Biz gibi ingilizceden sonra ispanyolca öğrenmeye çalışan ya da ispanyolların ingilizceyi yarım yamalak öğrenmiş halidir bu, evlerden ırak: Spanglish. Ne ingilizce ne ispanyolca. Çok zevklidir konuşması ama işte acınası bir hal. Beni bu olayla ilgili tek mutlu eden Facebook'ta bile dil seçeneği olarak vardır kendileri :)
4 senelik ispanyolca akademik hayattan sonra üzülerek söylüyorum ki hala ama hala ingilizcem daha iyi, hatta ispanyolcamın orta seviyeyi geçtiğinden şüpheliyim. Tabii salak olduğum için değil dil çok zor (valla lan!?). Sonuç olarak ispanyolca iyidir ama ingilizce daha da iyidir diyor ve yazımı şu kelime ile sonlandırıyorum;
İMÖRCINSİİ!
YouTube'da bakıyorum bir sürü deli manyak "como es mi acento ingles?" (İngilizce aksanım nasıl?) diye video koymuş, millete soruyor. Ey İspanya, bu çocuklara bir ön ayak ol da eğitim sistemini düzelt, adam gibi konuşsunlar. İki dilin aksanları çok çok farklı bunu biliyorum ama bizim türkçenin de ingilizceye benzer yanı yok yani, biz de kasıyoruz. Tamam herkes bilmesin de be hey akılsız kalk sen dünyayı dolaş ama ingilizce bilme, gel beyazıtta ispanyolca yer sor. Ne halin varsa gör diyesi geliyor insanın. En nihayetinde benim alnımda ispanyolca bilir yazmadığına göre manyaklık bunlarda. Sanki Türkiye'de kime sorsan ispanyolca biliyor. Biz üçüncü beşinci dünya ülkesiyiz ondan öğrenmeye uğraşıyoruz dediğinizi duyar gibiyim. Peki sorarım size ispanyollar Avrupa'da da noluyor? Bir katkıları mı var dünyaya göbek atmaktan başka? Git Sulukuleye oradaki adamda göbek atıyor ama kimse AB'ye almıyor onları.
İngilizceye gelirsek; hala yerleşmiş bu temel sarsılmadı sarsılmayacak beyinlerde. Adamlar her yerde çünkü, kitaplar, filmler, şarkılar, hatta bir çok iş alanında terimler ingilizce artık. İster istemez unutmuyoruz veya öğreniyoruz. İngilizceyi de amerikan ve ingiliz aksanı diye ayırırsak ben ingiliz aksanını seçiyorum canlar. Evet, amerikan aksanı daha anlaşılır falan ama sonuçta bu adamlar da ingilizlerden öğrenmiş bu dili. Ben anavatanına saygı duyarım. (Evet İngiltere aşığıyım bir de, o ayrı.) Zaten amerikan ingilizcesi dediğin bir milletin kendini yaydığının göstergesi. Bir yanda BBC haber bülteni var, diğer yanda zenci muhabbeti. "Aman özgürlük elde ettik içine edelim dillerinin gitsin." (Giv mi e hayfayf, oo çek it aut, fak yu madafaka etc.)
Lakin bir de bu iki dilin karışmış şekli var ki aman diyim dostlar. Biz gibi ingilizceden sonra ispanyolca öğrenmeye çalışan ya da ispanyolların ingilizceyi yarım yamalak öğrenmiş halidir bu, evlerden ırak: Spanglish. Ne ingilizce ne ispanyolca. Çok zevklidir konuşması ama işte acınası bir hal. Beni bu olayla ilgili tek mutlu eden Facebook'ta bile dil seçeneği olarak vardır kendileri :)
4 senelik ispanyolca akademik hayattan sonra üzülerek söylüyorum ki hala ama hala ingilizcem daha iyi, hatta ispanyolcamın orta seviyeyi geçtiğinden şüpheliyim. Tabii salak olduğum için değil dil çok zor (valla lan!?). Sonuç olarak ispanyolca iyidir ama ingilizce daha da iyidir diyor ve yazımı şu kelime ile sonlandırıyorum;
İMÖRCINSİİ!
1 Haziran 2011 Çarşamba
Unhero
Benim hayatım boyunca bir kahramanım olmadı. İşte bu adam/kadın gibi olmalıyım, o bana örnek oldu diye birşeyim yok. İyi mi kötü mü bilmiyorum. Olması gerekmez bence de. Herkes hayatta ne kadar kendi kahramanı olursa o kadar mutlu ve başarılı oluyor. Ben 20 sene sonra dönüp bakınca evet işte olmak istediğim buydu, yine olsa aynı hayatı yaşar bu bedene girerim demek istiyorum. Falanca kişi gibi oldum çok mutluyum diye bir düşünce beni mutlu edemez. Bu çok kendimi beğenmiş olduğumdan veya başkalarını soyutladığımdan değil elbette. Başkalarından örnek aldığım, özendiğim illa ki oluyor ama ben "ben" olmadan başkası olmak niye isteyeyim ki? Şimdiye kadar girdiğim tüm zor durumlardan da yine ben kendimi kurtardım. Kimse düştüğümde elimden tutup kaldırmadı ya da güç alacak benden başka bir sebebim olmadı, olmayacak. Aynı olmak istemiyorum, aykırı olmak ya da sıradan olmak da istemiyorum, sadece istediğim, özgün olmak. Kendi derinliklerime dalıp, yüzmek ve saklı mercanlarımda kendi benliğimi bulmak, istediğim kadarını dünyaya açmak istiyorum. Biliyorum ki içimde daha benim bile bilmediğim bir sürü güzel şey var ve ömür boyu onları arayıp saklandıkları yerden çıkarmak kadar beni mutlu eden birşey olmayacak. Çünkü ben önce kendimi keşfetmek ve kendimi sevmek istiyorum, kimsenin beni sevmediği kadar...
30 Mayıs 2011 Pazartesi
Yüzyılın Korku Filmi
İster iri yarı bir adam olun, ister korkusuz bir cengaver. Her babayiğit dişçiden korkar. Senelerdir hep diyorum dişçi konulu bir korku filmi yapılsa gişe rekoru kırar. Üstelik konuyu işlemeye bile gerek yok. Suratlarında garip maskeleri ellerinde vızz vızzz diye öten dolgu aletleri, ya da kocaman kerpetenleri ile her gönüle korku salarlar.
Ne zaman dişçiye gitsem hep oradan kaçmak için bir sebep ararım, ama hadi bu acı bitsin burada yapabilirsin kızım diyerek gaza getiriyorum kendimi. Dişçideki en temiz iş diş temizletme, otur bedavaya dişini temizlet. Ama hiç birimiz bu kadar şanslı değiliz. Dünyanın en rahat koltuğu olan o koltuk bir insana bu kadar mı batar? Eve alsam yatar 10 saat uyurum deliksiz. Ama gözüme tutulan o ışık ağzıma sokulan koca aletler rahatımı kaçırıyor. O uyuşturma amaçlı yapılan iğne damağı deler de yüreğine işler adamın. Hele ki bir türlü ağzınız uyuşmazsa evlat acısı gibi koyar insana. Uyuşma sağlanınca bir nebze rahat edersiniz ama yine de o dolgu makinesinin vızı vızı sesi insanı çileden çıkartıyor. Hele ki çekilen azı dişleri çeneyi kanıtırcasına... Düşündükçe bile elimi ayağımı buz kesiyor.
Bakın nasılsa sinsice nasıl da haince yaklaşıyor minnacık kıza!? Bir de o manasızca aynalı alet yok mu en çok ona tavım ben, ağzına şöyle bir sokuyor, dolaştırıyor. Zaten oradaki ilaç kokusundan insanın midesi bulanıyor. Belki diçşiniz güzel/yakışıklı olursa çekilir bir hale gelir. Ama o korku ile tüm dişçiler bir iğrenç gelir insana. Hem aşk için bile herşey çekilir değildir.
Kanal tedavileri, tel tedavileri ise seri korku filmleri gibi (misal testere 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7). Bir organı ordan oraya koymak şeklini şemalini değiştirmek akıl karı değil. Ama işte sağlık için indir donu deseler indiriyoruz. (Saygılar Cem Yılmaz'a)
Burdan tüm Hollywood camiasına sesleniyorum, bırakın artık zombi filmlerini. Michael Jakson - Thriller'dan sonra yemiyoruz zaten onları artık. Yapın şöyle dişçi temalı realite korku filmi. Satmazsa gelin yüzüme tükürün. Ama tutarsa telif hakkımı isterim. İsmi de benden: "Dentista"
Cooming soon.
Edit: Benim çok zeki(!) erkek arkadaşım sağ olsun öyle bir film varmış 80 yapımı, izleyeceğim bakalım ne kadar benim fikrime benziyor. Yine de kaçımız bu filmi biliyor? Yenisi çekilmeli değil mi?
(Arkamda ol okuyucu!)
Ne zaman dişçiye gitsem hep oradan kaçmak için bir sebep ararım, ama hadi bu acı bitsin burada yapabilirsin kızım diyerek gaza getiriyorum kendimi. Dişçideki en temiz iş diş temizletme, otur bedavaya dişini temizlet. Ama hiç birimiz bu kadar şanslı değiliz. Dünyanın en rahat koltuğu olan o koltuk bir insana bu kadar mı batar? Eve alsam yatar 10 saat uyurum deliksiz. Ama gözüme tutulan o ışık ağzıma sokulan koca aletler rahatımı kaçırıyor. O uyuşturma amaçlı yapılan iğne damağı deler de yüreğine işler adamın. Hele ki bir türlü ağzınız uyuşmazsa evlat acısı gibi koyar insana. Uyuşma sağlanınca bir nebze rahat edersiniz ama yine de o dolgu makinesinin vızı vızı sesi insanı çileden çıkartıyor. Hele ki çekilen azı dişleri çeneyi kanıtırcasına... Düşündükçe bile elimi ayağımı buz kesiyor.
Bakın nasılsa sinsice nasıl da haince yaklaşıyor minnacık kıza!? Bir de o manasızca aynalı alet yok mu en çok ona tavım ben, ağzına şöyle bir sokuyor, dolaştırıyor. Zaten oradaki ilaç kokusundan insanın midesi bulanıyor. Belki diçşiniz güzel/yakışıklı olursa çekilir bir hale gelir. Ama o korku ile tüm dişçiler bir iğrenç gelir insana. Hem aşk için bile herşey çekilir değildir.
Kanal tedavileri, tel tedavileri ise seri korku filmleri gibi (misal testere 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7). Bir organı ordan oraya koymak şeklini şemalini değiştirmek akıl karı değil. Ama işte sağlık için indir donu deseler indiriyoruz. (Saygılar Cem Yılmaz'a)
Burdan tüm Hollywood camiasına sesleniyorum, bırakın artık zombi filmlerini. Michael Jakson - Thriller'dan sonra yemiyoruz zaten onları artık. Yapın şöyle dişçi temalı realite korku filmi. Satmazsa gelin yüzüme tükürün. Ama tutarsa telif hakkımı isterim. İsmi de benden: "Dentista"
Cooming soon.
Edit: Benim çok zeki(!) erkek arkadaşım sağ olsun öyle bir film varmış 80 yapımı, izleyeceğim bakalım ne kadar benim fikrime benziyor. Yine de kaçımız bu filmi biliyor? Yenisi çekilmeli değil mi?
(Arkamda ol okuyucu!)
26 Mayıs 2011 Perşembe
Kadınlar versus Erkekler
Ne zor iş değil mi kız erkek ilişkileri? Üstüne yazılan sayısız kitap, binlerce çekilen film. Yok kadınlar ne ister, yok adamlar neden aldatır vs vs. Bunların cevaplarını bulmaya çalıştım kendimce bende oturdum düşündüm, ne ayak bu aşk işleri dedim. Haşa bir aşk doktoru Mehmet Coşkundeniz değilim elbet.
Gerçi yanımda bitki çayım ve yaktığım sigaram ile olabilirdim ama altımdaki hawai şort bu havayı bozuyor ;)
Öncelikle iki cinsi analiz edelim, nedir ne değildir bi bakalım.
KADIN:
Fizyolojik olarak farkı biliyoruz, benden istediğiniz(!) o bölüme girmiyorum.
Öncelikle dahil olduğum bu cins, bazen hakaten bir cins olabiliyor. Kesinlikle çok komplike bir varlık kadın, her şeyi dört koldan düşünüyor. Bu böyle olursa şu şöyle olur ama bide diğer tarafı var o da olabilir gibi. Bu koplikenin en güzel kanıtı, alışveriş manyaklıkları. Bu bluzu alırsam mavi pantolonun altına olur ama diğer gömlek ile mor ayakkabım şahane olur. Böyle ayrıntılı düşünen bir varlık bırakında bir gününü AVM'de heba etsin. Her parça ile tüm dolabını kafada scan ediyor. (Yazık lan!) Şunu bir kere herkes kabul etsin. Kadınlar beğenilmek için yaşıyor, evet. Aldığımız binlerce kıyafetler, kuaförde yitip giden saatler (bu vakti bir buluşa harcasak bizden çıkardı en büyük mucitler), kadınlar arasındaki nihai savaş (ben ondan güzelim)... Başarılı olan kadınlara bakarsak eğer zaten, şunu farkediyoruz. Güzelliğini kullanmayı bilen her zeki hatun kişi alemin kralı olmuştur. Geçenki yazımda bahsettiğim diyet konusu da buna bağlantılı zaten. Bırakın ben kendim için süsleniyorum ayaklarını. Yemezler! Nitekim estetik olgusunu arayan nice sanatçılar da hep kadınlardan beslenmiştir.
Bir diğer en önemli özellikleri ise psişik olmaları. Altıncı his diye birşey varsa onun yaratıcıları kesinlikle kadınlar. Eski medeniyetlere bakarsak eğer, tüm büyücü, şaman vb mistik güçleri olduğuna inanılan cins kadınlardır. Duygusal zekalarının daha gelişmiş olması ile harmanlanırsa evrenin sesini ancak kadınlar hissediyor. Yakılan onca büyücü ablalara selam olsun. Evrenle olan bu bağın en büyük nedenini ise doğurganlıklarına bağlıyorum. Toprak anaya (bakın ona bile ana diyoruz baba değil) en benzer özellikleri ve buna bağlı olarak merhamet duygusu gelişen kadınlar karşı cinsten de buna bağlı şeyler bekliyor.
Bu özellikleri bilen piyasa duayenleri ise zaten coştukça coştular. Kadınlarla başlayan moda sektörü, süs püs işleri, parfümler, topuklular, daha bir sürü zırva hepsine atlıyor kadınlar.
Diğer yandan erkek cinsini de incelersek sebep sonuçları daha da oturturuz.
ERKEK:
Bu cins kesinlikle mekanik bir varlık. Onları çözmeye gerek yok, düz mantık olmaları kadınların işini kolaylaştırıyor. Belli şeyler için yaşıyorlar. Kadınlara kendini beğendirme şekilleri ise güç gösterileri. Tarih boyunca açılan savaşlar, isim yapma çabaları, şimdi ise statü ve bununla gelen paralı erkek profilleri. Bir kadını elde etmek için tüm silahlar para ve mevki. Bunu bilen er kişi ise veriyor kendini mücadeleye. Umrunda mı bakımdır, kıyafettir. Adamın güzeli olmaz derdi ananem. Tevekkeli yalan değil. Ne yapacaksın adamın güzelini, dışarıda pusuda dolu kadın var, bırak sana güzel olsun sadece. Sende daha da seni beğensin diye süslen falan.
Piyasaya bakarsak eğer, erkekleri çözmüş olan sektörler, düz mantık kıyafetler falan üretiyor zaten. Şimdi 1000 çeşit kıyafet üretsem yine gidecek aynısını alacak, beyin öyle çalışıyor. Tek tip pantolonlar kazaklar yeter de artar bile. Ondan 5 dakikada işini hallediyor erkekler zaten alışverişte.
Erkeklerin banko özelliği ise güçleri. Bunu kabul ediyoruz zaten(değil mi?). Bir erkek güç gösterisi yapar, korumak ister kadınını, önemli olduğunu böyle hisseder. Yoksa işe yaramazdır. Para kazanmalı, kadınını korumalı, mutlu etmeli. Amacı bu.
Şimdi iki cinsi karşılaştırıp çatışmalarına ve ihtiyaçlarına tanık olalım.
Erkek vs Kadın:
İtiraf etmeliyiz ki birbirmize ihtiyacımız var. Kadın erkeğin gücüne, erkek de kadının güzelliğine muhtaç. Her kadın ne kadar kendi ayakları üstünde durursa dursun, bir erkeğin onu sahiplenmesine, sahip çıkmasına ihtiyaç duyar. Bir erkek de kadının yumuşaklığına güzelliğine onunla kazandığı zaferlere ihtiyaç duyar.
Sahiplenme mevzusu iki ucu boklu değnek. En önemli şey ilişkilerde dengedir. (Ying Yang) Dediklerimin hepsinin bir uyum içinde olduğunu düşünelim. İki çalışan zeki aynı zamanda farkındalıklarını bilen, karşı tarafın ihtiyaçlarını bilen bireyler olsun. Kadın güzelliği ile erkeği cezbedip sadece ona ait olsun ister. Erkek ise koruması altına alacağı gerekirse dağları deleceği bir kadın arar.
Dengeyi kaçıran herşey olabilir ilişkide, kıskançlık krizleri, sahiplenmeyi abartma, komplike düşünmekten erkeğin tek düzeliğini kaçıran kadınlar...
Öncelikle bir kadının herşeyden önce zeki olması ama bunu erkeğe çaktırmaması gerekir. Aptal kadınlar her zaman erkeğinizi kapar yoksa. "Sana ihtiyacım var, erkeğim yiğidim, paşam" gibi kelimeler sizin kurtarıcınız olacaktır.Bir erkeğe verebildiğiniz kadar gaz verin, öyle olmasa da verin, yer onlar. İnanmak ister ve inanır.
Diğer yandan bir kadın için ise en önemli olan şey farkedilmektir. "Senin her zaman yanında olacağım, o kadar güzelsin ki, bu kıyafet harika olmuş" demelisiniz. Onu sahiplendiğinizi ihtiyacı olduğu her an yanında olacağınızı belli edin. O kadar servet harcadığı güzellik mevzusunu da fark etmesiniz de farkedin. Sizin için çekiliyor o çileler.
Gelelim aradaki çatışmaya. İki cins her zaman birbirini eleştirir, anlamamaktan yakınır. Anlamanızı kimse beklemiyor ki zaten. Hiç bir erkek kadın gibi kadın da bir erkek gibi düşünemez. Bence işe onun farklı bir cins olduğunu ve asla sizin gibi olmayacağını kabullenerek başlayın. Zaten ne kadar şikayet etsek de asla kendimiz gibi biri istemeyiz ilişkide. Makyaj yapan bir erkek, araba tamir eden bir kadın sizin istediğiniz değil. Kadına ne kadar onu beğenmediğinizi ifade ederseniz, bir erkeğe de ona ihtiyacınız olmadığını aşılarsanız, sonra vay ben niye terkedildim diye dolaşmayın. Bırakın ikinizin de ayrı zevkleri olsun, aynı olursanız birbirnize birşey katmazsınız ki, monotonlaşırsınız. Ama bu aradaki farklara da her zaman saygı göstermeyi bilin.
Kadınlar ne ister mevzusuna gelirsek, kadınlar beğenilmek ve sevilmek ister arkadaş. Çok sıkmadan da olsa ona sevdiğinizi söyleyin veya bir şekilde belli edin bunu.
Ama biliyoruz ki hiç bir ilişki baştaki kadar güzel olmuyor, alınan çiçek sayıları, yapılan süprizler azalıyor. Birbirinize alışmaya başlıyorsunuz. Benimle artık hiç ilgilenmiyor diyen kadın kendine bak, önceden özenle yaptığın yemeklerin yerini yine mi yemek yapacağım feryatları alıyor. Hiç birimiz aynı kalmıyoruz. Bırakın bu romantik komedi Julia Roberts ayaklarını. Mutlu sonla biten filmlerin devamı: o kadın yine bir iki ay sonra dırdır yapıyor, adam da arkadaşlarıyla bira içerek maç izleyen bir yaratığa dönüşüyor.
Yani kısacası bu işler karşı tarafın yapısını tanımaya hevesli olarak onun nabzına göre şerbet vermektir. Bu konudaki idolüm ananemdir.(Anane ünlü oldun.) Dedeme senelerce her dediğine tamam diyerek yine de kendi dediğini yaptırmayı bildi. Kadın zeki. Erkeğinin hiç birşeyini eksik etmedi, oyunu kurallarına göre oynadı ve mükemmel bir evlilik yaşadı. Dedem ise onun istediği davranan kadını için hayatı boyunca çalıştı ama hiç birşeyden eksik etmedi. Bu bu kadar basit.
Hala whats the matter diyorsanız, diyorum ki dünya iki şey üstüne kurulu; erkek ve kadın. Uyumu sağlayan kazanır, uyumu yadsıyan ise kaybeder.
Hadi bakalım yoruldum, şimdi koşun sevdiceğinize, sıkı sıkı sarılın ona ve seni anlıyorum deyin.
Koşacağınız biri yoksa size ananemin bir lafı ile kapanış yapmak istiyorum: "Ya uzakta gelemiyor, ya karısı/kocası var ölemiyor, ya da yaşı küçük büyüyemiyor"
Aşkla kalın. (Burada Dr.Mehmet Coşkundenizi yakaladım)
:)
22 Mayıs 2011 Pazar
Bir Diyetin Anatomisi
Kış da olsa yaz da olsa diyet yapan bir müessese kadınlık. Ama çoğunluğumuz kışın kazaklara gizlediğimiz koca popomuzla mutlu mutlu künefeleri, dönerleri götürdükten sonra ilk çıkan güneşle o 3 ayın kilolarını bir haftada verme hevesindeyiz. Tabii durum her zaman öyle olmuyor. Önce şu adımları takip ediyoruz.
Bilinen gerçekler bunlar ama gerçek olan şu ki;
Bir inek misali hep otla hep otla, o da yetmez bir at gibi arpa ye, prostat olmak için her bitki kaynatılıp içilebilir, zaten bu hayattaki tek eğlencen üç beyaz melekten vazgeç (imkansız aşk), gözünün önüne iskenderler geldikçe sinirden git elma kemir (tok tutar), sonra da halin kalıyormuş gibi üstüne yağ yak, depar at.
Tabi ki de yağ sistemi daha çok çalışan bir mahlukat için bunları yapmak bir sabır taşı olmaktır. Benim yaptığım en motive edici şey tüm zayıf hatunları düşünüp öyle olacağım hırsı ile iştahımın kapanması(ya da kapandığını sanmamdı).
Diyelim ki bu sonu gözükmeyen ve sonucundan asla tatmin olmadığınız serüvene başladınız. Önce ilk 3 4 gün aç kalmanın etkisiyle hemencik verilen kilolar müthiş moral verir. Ama sonra bakarsınız ki vücud buna da alışır, o zaman anlarsınız ki koşmalıyım spor yapmalıyım. (Bugün çok yürüdüm zaten spor oldu o diye kendinizi kandırmayın, temposuz yapılan her hareket boşadır.) Artık gözleriniz açlıktan kararsa da sürekli sahilde koşan spor salonlarını aşındıran balık etli hatunlar ordusuna girmişsinizdir. Mutluluktan ölerek yediğiniz yemeklerin yerini onları yakmaya çalışan yüzü gözü ter içinde bir yağ çuvalı vardır aynanın karşısında. Her gün tartıya çıkarsınız, 200 gram vermek bile mucizedir. Yediğiniz kilolarca müsli ve içilen tonlarca bitki çayı ile hayatınızın bir dönemini tuvalette geçirmeye başlarsınız. Çevrenizde sizi motive eden birileri varsa buraya kadar sorun yok. Ortalama bir irade bunları yapmaya yeter.
Ama aksilik bu ya, normalde önünüze gelmeyen bir sürü fırsat diyetteyken ayaklarınıza serilir. Muhteşem parti davetleri, arkadaşlarla brunchlar, piknik planları. Hava daha da ısınır ve siz daha da iradeli olmak zorundasınızdır. Bu saatten sonra ancak sizi peygamber sabrı kurtarır. Ya herşeyi bir kenara bırakır kendinizle barışırsınız, ya da onca verilen emeğin karşılığı bir koca dilim pasta olmamalı der, teklifleri geri çevirirsiniz.
Diyetteki en sıkı dostlarımız:
Bir çok çeşidi çıkan ve tatlı krizlerini bastırmaya yarayan form ürünleri tam size göredir, anlık mutluluklar yaşatır size, kalori hesaplamasında uzman olmuşsunuzdur zaten. Bir parça çikolata için akşamki ızgara tavuktan feragat etmeye değer.
Eğer pilates gibi eğlenceli ve 10 günde etkisini gösteren bir spor yapıyorsanız ve kendinize spor salonunda iyi arkadaşlar bulduysanız (bir diğer kadın dinamosu olan) sohbetle harika vakit geçirirsiniz.
İki haftadan sonra aç da olsa tok da olsa alışveriş yapabilecek durumda olursunuz (ne de olsa kadınız), hele ki hayalini kurduğunuz bedene girdiğinizi görürseniz, açlık hissi bile anında yok olur.
En kötü ihtimal sigara kullanıyorsanız, aç kaldıkça yakarsınız bir tane, insan o kadar aç kalınca o dumanla bile doyduğunu hissediyor.
Diyete dair yalan yanlış bilgiler:
Bir kere şunu kabul edelim eğer bu haldeyseniz asla soldaki gibi olamazsınız;

Bir diğer saçmalık da mezura ve elma kardeşliği, biz mi zayıflıyoruz elma mı anlamadım.
Bir de bize bunlarla gelmeyin bacım, sen ömrün boyunca aç kalmış olabilirsin, bir de bak kilo verdim belim 30 santim oldu gibi gösteriler yapmayın, koy oraya turkish delight bir abla inandır bizi. Ama bunu yapma;
Hepinize iyi diyetler, ve bol sabırlar şimdiden, aman demeyi unuttum bide 2 litre su için her gün tam olsun.
Diyet hakkında bilinen genel geçer gerçekler;
Bol bol yeşillik ye, lifli şeyler ye, bitki çayı iç, üç beyazdan uzak dur, gözün açlıktan karardıkça bir elma ye, bunun yanı sıra git bol bol spor yap.
Bilinen gerçekler bunlar ama gerçek olan şu ki;
Bir inek misali hep otla hep otla, o da yetmez bir at gibi arpa ye, prostat olmak için her bitki kaynatılıp içilebilir, zaten bu hayattaki tek eğlencen üç beyaz melekten vazgeç (imkansız aşk), gözünün önüne iskenderler geldikçe sinirden git elma kemir (tok tutar), sonra da halin kalıyormuş gibi üstüne yağ yak, depar at.
Tabi ki de yağ sistemi daha çok çalışan bir mahlukat için bunları yapmak bir sabır taşı olmaktır. Benim yaptığım en motive edici şey tüm zayıf hatunları düşünüp öyle olacağım hırsı ile iştahımın kapanması(ya da kapandığını sanmamdı).
Diyelim ki bu sonu gözükmeyen ve sonucundan asla tatmin olmadığınız serüvene başladınız. Önce ilk 3 4 gün aç kalmanın etkisiyle hemencik verilen kilolar müthiş moral verir. Ama sonra bakarsınız ki vücud buna da alışır, o zaman anlarsınız ki koşmalıyım spor yapmalıyım. (Bugün çok yürüdüm zaten spor oldu o diye kendinizi kandırmayın, temposuz yapılan her hareket boşadır.) Artık gözleriniz açlıktan kararsa da sürekli sahilde koşan spor salonlarını aşındıran balık etli hatunlar ordusuna girmişsinizdir. Mutluluktan ölerek yediğiniz yemeklerin yerini onları yakmaya çalışan yüzü gözü ter içinde bir yağ çuvalı vardır aynanın karşısında. Her gün tartıya çıkarsınız, 200 gram vermek bile mucizedir. Yediğiniz kilolarca müsli ve içilen tonlarca bitki çayı ile hayatınızın bir dönemini tuvalette geçirmeye başlarsınız. Çevrenizde sizi motive eden birileri varsa buraya kadar sorun yok. Ortalama bir irade bunları yapmaya yeter.
Ama aksilik bu ya, normalde önünüze gelmeyen bir sürü fırsat diyetteyken ayaklarınıza serilir. Muhteşem parti davetleri, arkadaşlarla brunchlar, piknik planları. Hava daha da ısınır ve siz daha da iradeli olmak zorundasınızdır. Bu saatten sonra ancak sizi peygamber sabrı kurtarır. Ya herşeyi bir kenara bırakır kendinizle barışırsınız, ya da onca verilen emeğin karşılığı bir koca dilim pasta olmamalı der, teklifleri geri çevirirsiniz.
Diyetteki en sıkı dostlarımız:
Bir çok çeşidi çıkan ve tatlı krizlerini bastırmaya yarayan form ürünleri tam size göredir, anlık mutluluklar yaşatır size, kalori hesaplamasında uzman olmuşsunuzdur zaten. Bir parça çikolata için akşamki ızgara tavuktan feragat etmeye değer.
Eğer pilates gibi eğlenceli ve 10 günde etkisini gösteren bir spor yapıyorsanız ve kendinize spor salonunda iyi arkadaşlar bulduysanız (bir diğer kadın dinamosu olan) sohbetle harika vakit geçirirsiniz.
İki haftadan sonra aç da olsa tok da olsa alışveriş yapabilecek durumda olursunuz (ne de olsa kadınız), hele ki hayalini kurduğunuz bedene girdiğinizi görürseniz, açlık hissi bile anında yok olur.
En kötü ihtimal sigara kullanıyorsanız, aç kaldıkça yakarsınız bir tane, insan o kadar aç kalınca o dumanla bile doyduğunu hissediyor.
Diyete dair yalan yanlış bilgiler:
Bir kere şunu kabul edelim eğer bu haldeyseniz asla soldaki gibi olamazsınız;

Bir diğer saçmalık da mezura ve elma kardeşliği, biz mi zayıflıyoruz elma mı anlamadım.


Kaydol:
Kayıtlar (Atom)